ARTIK DAHA ZOR

Artık daha zor. Hatırlıyorum da başlangıçta motora atlayıp Assos’a gitmek  büyük bir macera gibi gelmişti. O zamanki tecrübeme göre öyleydi de aslında. Arkasından motorla yapılan Yunanistan ve Adalar, Antakya-Güneydoğu-Nemrut, İtalya turları her defasında yeni bir durumla karşılaştırıp yeni deneyimler kattı. Ama bu sefer program biraz sıkışık olmuş doğrusu.

Mürettebat: Ben ve Yavuz kendi motorlarımızda geniş geniş seyahat ederken, Adnan ve Sami motorlarını sevgili eşleri Ayşegül ve Rana ile paylaştı.

Karşılaştığımız aksaklıklara ve programdaki zorunlu değişikliklere rağmen İstanbul’dan başladığımız turda sırasıyla Alexanrdopoli-Selanik-Metsovo-İgoumenitsa (Yunanistan),
Ancona-Bologna-Cenova-San Remo (İtalya), Monte Carlo (Monako), Nice-Cannes-Grenoble-Albertville-Chamonix/Mont Blanc (Fransa), Zermatt/Matternhorn-Andermatt-İnterlaken-Lugano (İsviçre), Como-Venedik (tekrar İtalya) yı ziyaret edip, sonunda geldiğimiz yoldan yani Selanik üzerinden yine İstanbul’a ulaştık. İtalya ve  Yunanistan arasında gidiş dönüş feribot yolculuğu yaptık. Motorla gittiğimiz mesafe toplam 4.450 km oldu.
Daha önce gördüğümüz ve vakit kaybetmeden çok yol almamız gereken Yunanistan ve İtalya bölümlerinde genellikle otobanları, Fransa’nın Akdeniz sahili ve dağlık bölgesi olan kuzeyi ile İsviçre Alpleri bölümlerinde ise son derece virajlı ve zor ama bir o kadar da motosiklet sürüşü bakımından keyifli ve manzaralı olan devlet karayollarını tercih ettik.
Turun başlangıcı olarak haziranın ortasını bulduğumuz için hava özellikle orta İtalya ve Fransa’nın Akdeniz kıyılarında son derece sıcaktı. Başlangıçta Yunanistan’da yediğimiz kısa ama sıkı sağnak yağmur, İsviçre’nin ortalarında bir daha yakaladı bizi. Dönüşte, Yunanistan’da da yine bir ara zorunlu mola verdirecek kadar kuvvetli göründü bize.
Akılda kalanlar mı?

  • Mahmutbey gişelerinde karşılaştığımız ve Harley Davidson’u ile Bulgaristan’dan gelecek Harley’cilere rehberlik yapacak olan vatandaşın trakya aksanı ile konuşmasına çok güldük.
  • Yavuz arkadaşımız, önceki akşam Sting’in verdiği konserde sahneyi yapan ekibin başında bulunduğundan ve kendi ifadesine göre yağmur altında iki gün uyumadan çalıştığından ayakta uyuma halindeydi. Neyse ki motorda uyuma haline geçmedi.
  • Beklenmeyen bir motor arızası, daha gezinin başında motoru bozulan arkadaşlara iki buçuk gün, diğerlerine bir gün kaybettirdiğinden, kalan bölümde, günde daha fazla yol yapmamız ve daha az mola vermemiz gerekti. Motoru bozulan arkadaşlar rekorlara imza attı.
  • Daha önce kıyısından geçipte içine girmediğimiz Metsovo’yu çok sevdik. Yunanistan’ın orta ve dağlık bölümünde yer alan, yemyeşil ormanların içinde yamaca yaslanmış hatta yamaçtan sarkmış gibi duran küçük dağ köyünü kabaca bir benzetme ile bizim Safranbolu’ya benzettik. Yüksek ağaçların gölgesindeki bahçesinde yemek yediğimiz restaurant çok keyifli, kuzu kapama da gerçekten çok lezzetliydi.
  • İtalya’ya kalkan feribotlara ya Patras’tan ya da daha kuzeydeki İgoumenitsa’dan biniliyor. 1.000 civarında araç alan bu dev feribotlarda ise yok yok. Yüzme havuzundan, güneşlenme teraslarına, bar ve diskolardan çeşit çeşit restaurantlara kadar herşey var. Ve hatta internet cafe ve sinema bile.
  • Feribottan indiğimiz yer olan Ancona’nın liman bölümü, limanı yüksekten çevreleyen eski binaları ile bana oldukça kasvetli geldi.
  • İtalya’da otobanlar çok pahalı ve değişik tahsilat sistemleri var. Bazılarında girişte bazılarında sonunda para ödeniyor. Bazılarında ise tahsilatlar otomatik. Önce bileti veriyorsunuz, açılan bölüme para konuyor. Sonra para üstü yine bir bölmeye dökülüyor.

Bazılarında ise sepete benzer bölmeler var.

  • Bologna’da verdiğimiz molada, “buraya özgü ne yiyebiliriz?” sorusuna garsonun cevabı tabi ki “spagetti bolonez” oldu. Tarihi meydanı ve heykelleri ile ünlü çeşmesi ve büyük tarihi binalarıyla tipik bir İtalya şehriydi Bolonga.
  • Genova-Cannes arası her ne kadar haritada kısa bir mesafe gibi gözüküyorsa da aldanmamak lazım. Zira otobanı terkedip sahilden gitmek oldukça vakit alıcı birşey.
  • San Remo’da, bahçesindeki yüksek palmiye ağaçları ve neredeyse 5 metrelik yüksek tavanlı şık odaları ile bir zamanların ünlü bir malikanesine benzeyen otelimiz çok şıktı.  Yaşlı bir çift tarafından işletilmekte olan otelde kahvaltı konusunda bu kadar şanslı değildik. Sadece bir kruasan ve küçük kutularda marmelat vardı. Zaten çaylar hep sallama.
  • Monte Carlo’nun girişteki yüksek seyir terasından manzarası etkileyici. Formula 1 yarışının yapıldığı caddelerde motor sürmek de bir o kadar ilginç ve eğlenceli. Hele de yarışın en hızlı bölümü olan tünel bölümünde gazı açmak…
  • Nice, tahmin ettiğimden büyük bir şehir çıktı. Napoli’nin oldukça zengin hali de denebilir. Sahil boyunca yer alan plajı ve yürüyüş bisiklet yolları gün boyu renkli görüntülere sahip.
  • Cannes ise daha sıcak kanlı. Belki daha küçük bir şehir olmasındandır. Limanın açığında Atatürk’ün yatı olan, son zamanlarda özel bir girişimciye kiralanmış Savanora demirlemiş beklemekte. Sanırım Vakko’nun düzenlediği Cannes-Çeşme yelken yarışının startını bekliyor. Bu sene deniz sezonunu Cannes’da açıyoruz. Deniz suyu buz gibi, insanı kendine getiren cinstendi.
  • Grasse-Verdon-Grenoble yolu dağlık bir bölgede önce tırmanılan ardından da derin vadilerden ve yemyeşil ovalardan geçilen bir yol. Yol üzerindeki Sisteron’un sıradışı ortaçağdan kalmış gibi görünen yapıları çok etkileyici. Verdon’da vadinin içinde sıkışmış küçük bir kasaba, sanki eskide donup kalmış gibi.
  • Grenoble’e yaklaştıkça etrafı alplerin yüksek zirveleri ile çevrili, bir çan kulesi ve kilise etrafında, küçük tepelerin üzerinde kurulmuş köylerden ve çiftliklerden geçmek çok keyifli.
  • Geride kalan arkadaşlarla tekrar buluştuğumuz Albertville’de bol bol Türk var. Küçük şehirdeki dört adet dönercinin tamamı da Türkler tarafından işletiliyor. Akşam erken saatlerde sanırım herkes evine çekiliyor, zira ortalıkta kimse kalmadığı gibi yemek yiyecek bir yer bulmak da ciddi bir sorun. Ama sabah erken saatlerde şehrin aslında ne kadar canlı  olduğu konusunda bizi şaşırtan bir kalabalık ortaya çıkıyor. Ama buralarda sanırım zaman oldukça bol, herkes ve trafik son derece sakin hareketler içerisinde.
  • Fransa’dan ayrılmadan önce son ziyaret ettiğimiz son  yer olan Chamonix, Avrupa’nın en yüksek tepesi olan Mont Blanc’ın eteklerinde. 1.035 m. yüksekliğindeki bu kasabanın herhalde tüm geliri turizmden. Arkada heybetli bir şeklide yükselen Mont Blanc ise 4.808 m. Yamaçlardaki buzullar ise özellikle benim gibi daha önce buzul görmemişler için son derece ilginç. Gri-mavi renkleri ile yamaçlardan akarken donmuş çığ gibi.
  • İsviçre’ye girişte de çıkışta da sadece küçük gümrük kapıları var. Evrak falan görmek istemedikleri gibi, motordan dahi inmeden geçtik.
  • İsviçre’de otobanları kullanabilmek için benzincilerde bile satılan ve fiyatı 40 CHF olan otoban pulu almak ve ön cama yapıştırmak gerekiyor.
  • Åžehir aşağıda uçaktan bakılıyormuşcasına  küçücük göründükten sonra, dik yamaçlarda kurulu üzüm bağlarının arasından inen yolla, İsviçre’nin en güzel şaraplarının üretildiği Martigny’e ulaşılıyor. Bağlar o kadar dik yamaçlarda ki, bağ çalışanları kendilerini yukarıya bağladıkları iplerden sarkarak çalışıyorlar. 
  • 4.477 m. yüksekliği ile Zermatt’tan izlenen ve bir piramiti andıran Matterhorn’un zirvesi, şapkayı andıran bulutuyla çok heybetliydi.
  • Rhone nehrini izleyip, pencere ve balkonlarından rengarenk çiçeklerin fışkırdığı ahşap evleriyle ve sivri çan kuleli kiliseleriyle küçük köy manzaralarından sonra tırmanılan  Furka Pass tam 2431m. yükseklikte. Bu yükseklikte bitki örtüsü hemen hemen kalmıyor. Mola verdiğimiz seyir yerinin hemen yanında büyük bir buzul daha var.
  • Adı üstünde, iki gölün arasına bulunan İnterlaken’e gitmek için Susstenpass adındaki bir başka geçitten daha geçmemiz gerekti. Üstelik aynı yoldan bir de geri döndük. 3.503 m.lik Sustenhorn ile 3.023 m.lik Wendenhorn’un arasından giden yol son derece virajlı ve dik.

Yollarda rastladığımız bisikletçilerin içinde 60-65 yaşında olanlar var.

  • Gezi boyunca geçtiğimiz belki yüzden fazla tünelin en uzunu Andermatt’ı Güney

      İsviçre’ye bağlayan Gotthern Tüneli, tam 16,5 km. sağnak yağmurdan ıslanmış olarak       
      girdiğimiz tünelden nispeten kurumuş olarak çıkıyoruz.

  • Güney isviçre’de yani italyan bölgesi’nde İtalyanca konuşuluyor. Sınırda yer alan Lugano aynı adla anılan yemyeşil tepelerle çevrili bir gölün kıyısında. Kuğular ve çeşitli kuşlar kıyılarda süzülürken, arkadan geçen küçük vapur manzarayı tamamlıyor.
  • Lugano’dan Como gölüne geçerken yine gümrük noktası karşımıza çıkıyor. Yine motorun üzerinden inmeden selamlaşmak yeterli.
  • Como gölü bir defa daha bir hafta sonu kaçamağı için bizi çağırıyor gibi. Kıyısındaki Como şehrinde 3.000 e yakın Türk olduğunu öğrenince çok şaşırıyoruz.
  • Venedik ise her zamanki turist kalabalığı ile karşılıyor bizi. Hava bunaltıcı bir şekilde sıcak ve kanallar gondollarda meraklı gözlerle etrafı seyredenlerle dolu. Hediyelik eşya dükkanlarındaki cam eşyalar, alışveriş meraklısı olmayanlar için bile cezbedici.
  • Geri dönüşün en keyifli yanı ise artık garsonun “konstantinopoli” diye gülerek bizi karşıladığı, siparişi ise “sen biliyorsun, getir” diyerek verdiğimiz Agora Ouzeri. Yani Agora Meyhanesi. Sadece et mezesi mi, balık mezesi mi diye soruyor ve ardından ziyafet başlıyor. Saganaki her zamanki gibi lezzetin doruğunda. Bu sefer ızgarada ekşili mantar da en akılda kalıcılardan. Kapanış irmik helvası ve dondurma ile.
  • Türkiye sınırında bizi bir sürpriz bekliyor. Orta Almanya tatile girmiş ve arabalarına eşyalarını istifleyerek hazır bekleyen gurbetçi vatandaşlarımız start almış gibi yollara düşmekle kalmamış, İpsala gümrüğüne de yığılmış yüzlerce araba. Neyse ki motosikletlere sıra yok biliniyor. Homurdanan bir iki kişi ile de dalaşmıyoruz.
  • Ama ince gözlükleri üzerinden bir bilgisayar ekranına, bir pasaporta bakan, her tuşa basarken önce bir düşünen görevli amcadan da yaklaşık yarım saatte kurtulmayı başarınca bayraklar kırmızı oldu. Son mola Tekirdağ’da.

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde güneş batarken bir macera daha sona eriyor. Boğaz manzarasında, keyif yorgunlukla elele…
25.06.2006  

Yoruma Kapalı.