Filmin Adı İtalya

Ne zaman ki motoru çalıştırıp gaz açılıyor, işte o zaman sihirli bir dünya yutuyor sanki seni. Onca hazırlık, plan, vizeler, triptik, sigortalar, yol haritaları, onca heyecan, yerini o anda dönmeye başlayan bir filmin ilk karelerine bırakıyor. Her karede, bir öncekinin geçtiğine üzülerek ve her birinde bir sonrakine ulaşmanın merakıyla dolu.

Kankaların sürpriz uğurlamalarının ardından film 06.30 da Mahmutbey gişelerinde başlıyor. Başrolde üç BMW var bu kez. Geçen sefer Yunanistan’ı bir defa altüst ettiğimiz için, oyalanmadan İtalya’ya ulaşmak hedefimiz. Bunun için en çabuk şekilde Yunanistan’ın batı kıyısındaki İgoumenitsa şehrine varmalı oradan feribota binmeliyiz.

İlk etapta Kavala’da öğle yemeği ve 620 km.lik yorgunluğun sonunda özlediğimiz buzlu bardaklarda içilen biraları ile akılda kalan Selanik var. Akşamsa tam bir meze ziyafeti ; Ouzeri Agora yani anlayacağınız Agora meyhanesi. Bu rafine tatların tarifleri alınmalı ve dönünce yapılmalı. Burada belli bir saatten sonra film kopuyor.

İkinci gün ise sabah çıkılan yolculuk, kuzeydeki yüksek ormanlık bölgeden geçiyor. Ardarda tüneller ve keskin virajlı yol, bize sürüş zevkini hiç bıkmadan yaşatarak İgoumenitsa’ya ulaştıran bir şarkı gibi. Bilet bulamama korkusu yolun sonunda biraz gerilim yaratıyor ama feribot biletlerini cebimize koyupta sahildeki cafelerin birinde buzlu bardaklara yine yapışınca keyifler yerine geliyor.

Gecikmeli kalkan feribot tır şoförlerinin kullandığı cinsten ve ertesi gün neredeyse öğlene kadar yapılacak tek şey İtalya’ya çalışmak. Nerede ne var, ne yenir, ne içilir… Ve saat 11.30 da kamera diyoruz. Mekan güney doğu sahilindeki Bari limanı. Kah bir iki kelime italyanca, kah el kol hareketleri ile satın aldığımız kahvaltı niyetine hamur işi şeyler, çok lezzetli. Karnımız doyunca trafiğin şok edici karmaşasına dalıyoruz ve en küçük aralara girmeye çalışan scooterlar ile rekabete başlıyoruz. Niyetimiz sadece şehirden çıkıp otobana oradan da Amalfi sahiline göz kırpıp Napoli’ye ulaşmak. Güneyde insanlar fakir, evler köhne, güneş tepede, ama hayat renkli.

Otoban kenarında tuvaletini yapanlar da çok rahat, burada adet böyle demekki. Napoli yakınlarındaki Amalfi sahiline gitmek için, sokakta rastladığımız yaşlı amcanın tarifi ile karşıdaki yemyeşil dağı dolana dolana çıkıp dolana dolana inmek gerekiyor. Burası tam film içinde film. Topu topu 20-30 km.lik yolun çıkışında güneş tepemizde sırıtırken, tepenin deniz tarafı yani iniş birdenbire yağan yağmurla ağlamaklı.

Dik yamaçlar burada israf edilmemiş, bütün her yer basmaklandırılmış ve limon ağaçları ve üzüm bağları ile kaplı. Kıyıdaki küçük kasabalarda bazen yollar o kadar daralıyor ki, gönüllü öğrenciler dik virajların iki başında, ellerinde telsizlerle trafiği tek yönde ayarlamaya çalışıyorlar. Akşam yaklaşırken her yerlerinde rengarenk begonvil salkımlarıyla Amalfi sahiline Salerno’dan veda ediyoruz. Napoli’ye girerken alçalan güneş yumuşak batı ışığını Vezüv’ün yamaçlarına düşürüyor.

Napoli’de haftanın ilk iş günü akşam eve dönüş saati, her yerde çalan kornalar ve tam bir keşmekeş. Kaldırım kenarına boyuna pakedilmiş arabaların arasında dikine parkedilmiş Smart marka arabalar. Arkadan iki kişi gördüğümüz, yanına gelindiğinde üç kişi oldukları anlaşılan motorsikletciler. Süt dökmüş kediler gibi trafikte bir süre akıntıya kapılıyoruz. Sonra bulduğumuz otelden taksiyle çıkıp (ki motorla çıksak da muhtemelen motorlar çalınacağı için yine taksiyle dönmemiz gerekecekti) Piazza del Gesu Nuovo’da (meydan yani) geleneksel Napoli pizza’sı yiyoruz. Ve tabi köpek öldüren şarap. Bizim gibi turistler için etraf fazla salaş ve tehlikeli. Filmin bu günlük sonu ve esas oğlanlar kazasız belasız yatıyor.

Ertesi gün ilk kare, kahvaltı masasında alışkın oldukları kahvaltıyı bulamadıklarından homurdanan üç tip… Neyse, komik şeylerde var. Trafik keşmekeşinde yol tıkanmaya görsün. Scooterlar önü kesilmiş karınca katarları gibi zıp diye kaldırıma çıkıp by-pass yapıyorlar, ama onlarcası. Bir iki fotonun ardından otobanı buluyoruz ve açıyoruz gazı. Roma’ya girsek bu film bitmez, oysa bizim çok az vaktimiz var. Sonra turla gelir gezeriz deyip doğusundan el sallayarak Toscana’ya yollanıyoruz. İtalya’nın en manzaralı bölgelerinden biri. Ovalarda üzüm bağları, yeni hasat olmuş tekerlek tekerlek saman balyaları ile buğday tarlaları, küçüklü büyüklü tepelerin üzerinde taştan evleri ve kuleleriyle ortaçağ kasabaları…Her yer resim gibi. Orvieto’da mola veriyoruz, buralarda artistlik zor. Pizzalardan yedik, şimdi de pastaların tadına bakmak lazım. Hem de ünlü Toscana şaraplarıyla. Yemekten sonra öğreniyoruz ki, her kasabada ve şehirde büyük bir meydan ve duomo dedikleri büyük bir katedral var. Bizi çıkar, ortaçağ kıyafetli oyuncuları koy, film çek, kesinlikle hiçbir şey göze batmaz. O kadar iyi korunmuş.
Ve Orvieto’da İtalya’nın en büyük gotik-romanesk duomolarından birisi var. Önündeki meydana çıkan sokaklarsa hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu. Seramik eşyalar rengarenk ve ilgi çekici. Siena’ya gitmek üzere kasabadan çıktığımızda motorları dizip deklanşörlere basıyoruz, zira fonda kasaba manzarasının en güzel olduğu yer burası.

Mükemmel kır manzaraları içinden geçerek vardığımız Pienza’da güneş artık başını eğmiş, yumuşak ışık kasabanın taş evlerine, dar sokaklarına yayılmakta. Motorlu aracın girmediği yerlerden üç motorsikletle geçmemize bayağı kızan, bununla da kalmayıp bize kötü kötü bakıp söylenen yerli halktan utanıp kısa bir molanın ardından yola devam ediyoruz. Günün son fotoğrafları fonda heybetli bir şatonun önünde gelincik tarlası. Geceleyeceğimiz Montepulciano en yüksek dağ kasabalarından birisi. Sokaklar rönesans sarayları ile çevrili. Åžehri çevreleyen surlar ve duvarlardan Toscana bölgesinin ünlü Vino Nobile şarabının kaynağı olan üzüm bağları görülmekte. Kalacağımız yeri ayarladıktan sonra yakın çevrede yaptığımız tur sonucu, gecikmiş akşam yemeğimizi köyün meydanındaki tek açık lokantada yemezsek aç kalabileceğimizi anlıyoruz. Yemekte pasta ve pizzadan sıkılanlar için tavşan var. Yöresel tatlılara çok da bayılmıyoruz.
Burada da kahvaltı denen olay acı bir kahveden ve belki bir kruasandan ibaret. Peyniri, domatesi, zeytini neden kahvaltıda yediğimiz ise italyanlar için merak konusu. Kahvaltı niyetine yediğimiz şeylerin ardından tekrar motor diyoruz. Bizim yönetmen de kameralar da seyyar. Etrafı servi ağaçları ile kaplı bir yoldan girilen tipik bir toscana evi mi gördük, hemen duruyoruz. Çantalar açılıyor, makinalar çıkarılıp çekimler yapılıyor. Sonra yola devam. 

En büyük meydana (Piazza del Campo) sahip olan Siena’yı görmemek olmaz. Gerçekten de çok etkileyici. Her yıl iki defa düzenlenen Palio (Flama) festivalinde, meydana kum dökülüp etrafında Siena’nın 17 bölgesini temsil eden biniciler, kura ile belirlenmiş eğersiz atlarla yarış yapıyorlar. Kökeni Roma dönemindeki askeri eğitime dayanan yarışı kazananlara ipek bir Palio yani flama veriliyor.Bizse rengarenk cıvıl cıvıl bir çocuk festivaline rastgeliyoruz. Onca scooter ve motor arasına bizim motorları parketmek biraz sorun olsa da orta çağ sokaklarında dolaşmak çok güzel.

Her yer turist kaynıyor. İtalya’nın en büyük katedrallerinden biri olan ve 1300 lü yıllarda tamamlanmış olan duomo ünlü ressamların ve heykeltraşlarının eserleri ile dolu. Duomonun yanında bulunan ve şehir nüfusunun yarıya inmesi ile sonuçlanan veba salgını yüzünden tamamlanamayan nef eğer tamamlanabilseydi, Hristiyan dünyasının en büyük kilisesi olacaktı. Hala kullanılmakta olan belediye binası ise çok ihtişamlı. Binaların içlerini gezememenin üzüntüsü ile tekrar yola koyuluyoruz.

Öğle yemeği yine bir tepecik üzerinde kurulu etrafı surlarla çevrili bir köy olan Monteriggioni’de. 1203 de inşa edilen ve bir kale içine kurulu köyün o yıllardan beri görüntüsü pek değişmemiş. Yörenin beyaz şarabı "Castello di Monteriggioni" harika. Ama hala sulu bişeyler yiyememenin sıkıntısı var.

Sıradaki kasaba "kuleler şehri" diye bilinen San Giminiano. Åžehri çevreleyen Etrüsk surları hala ayakta. Ondan fazla taştan kule ortaçağ gökdelenlerini andırıyor. Åžehir, 2500 yıdır oniks heykelcikler ve "objets d’art" yapan sanatkarlarla ünlü. Kalabalık turist topluluğu dondurmacılar önünde kuyruklar oluşturmuş. Kısa bir tur ve ardından yola çıkıyoruz.

Akşam üzeri Floransa’ya varıyoruz. İtalyanlar, küçük kasabalardaki tarihi mekanları korumadaki başarılarını, ortasından Arno nehri’nin aktığı ve üzerinde tablo gibi köprüler olan Floransa gibi büyük bir şehirde de göstermişler. Åžehirde yeni bina görmeniz hemen hemen imkansız. Her yerde kubbeler, çan kuleleri, heykeller. Akşam yemeği gün batarken eski meydan anlamına gelen "plazzo vecchio"da. Otele dönüşte en işlek caddelerden birinde rastladığımız sokak pandomimcisi tek başına abartmasız birkaç yüz kişiye kendini seyrettirmekte. Bahşiş te ona göre tabi.

Ertesi gün Floransa’yı daha detaylı gezme imkanı buluyoruz. Muhteşem kubbesi yapı iskelesi kullanılmadan yapılmış duomo, Filippo Brunelleschi tarafından 1436 da bitirilmiş. İçindeki freskler hala yapıldığı günkü canlılığında. Fresk, italyanca adıyla "fresco", taze sıva üzerine yapıldığından, boya sıvaya işliyor, bu yüzden canlı renkler elde ediliyor. Kubbeye 384 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor ve üzerinden Floransa manzarası muhteşem. 14. yüzyılda yapılmış olan "Ponte Vecchio" köprüsü ise üzerindeki kuyumcu dükkanları ile turistlerin ilgi odağı. Eski meydandaki, Michelangelo’nun meşhur dev boyutlardaki Davut heykeli’nin orjinali ise müzede.

Floransa’dan Pisa’ya kadar otoyola giriyoruz. Pisa’da malum yana yatmış ünlü kule var. Bütün turistler kuleye destek oluyormuş gibi fotoğraf çektiriyorlar. Hediyelik eşya sergilerinde satılan Michelangelo’nun Davut heykelinin malum yerleri baskılı şortlar revaçta. Güneş tepede ve korkunç bir kalabalık var. Soğuk biralar susuzluğumuza iyi geliyor.

Åžimdi motorların yönü Genova’nın güneyinde, yüksek yamaçlarda yer alan 5 küçük sahil kasabasının yer aldığı "Cinqueterre" bölgesi. Yüksek yamaçlardan Akdeniz manzarası sıcağı ve yorgunluğu unutturuyor. Ancak keskin virajlı ve son derece dar yollardan indiğimiz kasabaların içinde yeterince yer olmadığından motorlu araçlar girişte bırakılıyor. Buradan sonraki kısım yürüyerek gidilecek.

VernazzaVernazza da bu kasabalardan biri. Pastel renkli binaları, küçük balıkçı barınağı ve plajı ile cıvıl cıvıl. Gerek trenle, gerekse denizden tekneyle gelen günübirlikci turistler gruplar halinde geri döndükçe kasaba daha da güzel oluyor. Mayolarımızı yanımıza almamıştık, bu sıcakta ve bu yorgunlukla hiçbirimizin de dönüp almaya niyeti olmadığından denize giremiyoruz. Hatta Yavuz bir ara masanın üstüne abanmış uyukluyor. Planda burada kalmak var ama yer bulmak imkansız. Devam ediyoruz, uzunlu kısalı onlarca tünelden geçtikten sonra, akşam olurken Cenova’dayız. Otel bulmak biraz zor oldu ama kaldığımız otel odasında jakuzi bile var. Yemekte ise yine pizza ve şarap.

Ertesi gün sahne, otelin garajında motorları yüklerken başlıyor. Otobana çıkmak sabah trafiği yüzünden biraz vaktimizi alsa da, çıktıktan sonra rüzgar bizi kendimize getiriyor. Milano’yu es geçip İsviçre sınırı yakınlarındaki Como Gölü’ne ulaşıyoruz. Aynı isimli şehir de, başaşağı bir "Y" harfini andıran gölün güney ucunda konumlanmış. Bir italyan şehrinden çok İsviçre şehrine benziyor. İnce uzun teknelerle gölde hem ulaşım hem de gezinti yapmak mümkün. Bir de tam orta kısmında çalışan küçük arabalı vapurlar var. Burası sosyetenin sayfiye yerlerinden birisi. Alplerin eteklerinde yazlık evler ve köşkler, yeşillikler içerisinde göle bakıyorlar. Bahçelerde ekili yasemin kokuları arasında seyahat ediyoruz. Bellagio’ya kadar gidip oradan arabalı ile gölün batı kıyısına, Cadenabbia’ya geçiyoruz. Rastladığımız orada yaşayan bir Türk iletişimde yardımcı oluyor bize. Kuzeye gidildikçe yerleşim azalıyor. Gravedona’da temiz bir otel buluyoruz. Göl kıyısındaki yemek çok hoşumuza gitmese de manzara bütün yorgunluğumuzu alıp götürüyor. Gölde yavrularını gezdiren bir çift kuğu, arkadasında hafif hafif sallanan yelkenli tekneler ve alpler. Misafir oyuncu olarak George Clooney’i de oynatmak isterdik ama yazlığında değil herhalde.

Ertesi sabah kapalı hatta hafif yağmurlu bir havaya uyanıyoruz. Esas oğlanları bozmaz tabi. Gölün kuzey kıyısını dönüp güneye Lecco’ya kadar devam ediyoruz.. Sonra otobana çıkıp İtalya’dan ayrılacağımız liman olan Venedik’e kadar hızlı bir sürüş yapıyoruz.

Venedik, karadan ince uzun bir köprü ile ulaşılan denizin ortasında kümeleşmiş adalardan oluşuyor aslında. Belki de bizim filmin en film yeri burası. Motorları şehrin girişindeki otoparka bırakıp, ulaşımı sağlayan teknelerle Büyük Kanal’dan, ünlü San Marco meydanına doğru yolculuğa başlıyoruz. Önlerindeki yüksek ahşap kazıklarla binalar, kiliseler, belli bir trafik içerisinde gidip gelen tekneler ve nihayet gondollar… hepsi bir film karesi gibi.

San Marco ise ortaçağdaki şehrin ihtişamını günümüze kadar getirmeye devam ediyor. Meydanın etrafındaki binalar, beyaz mermer işçiliği ile dükalık sarayı, yüksek çan kulesi ve her ayrıntısı ile doğudan esintiler taşıyan San Marco Basilikası. Gondol duraklarında gondolcular birbirleri ile şakalaşıyorlar. Hediyelik eşya standlarında maskelerin binbir çeşidi. Akşam olurken meydandaki kafelerde şık giyimli klasik müzik orkestraları sırayla neşeli müzikler çalmaya başlıyorlar. Gelip geçenler bu romantik şehrin geleneğine uyar gibi durup dans ediyorlar. Her köşe başında sarılan, öpüşen çiftlere rastlamak mümkün.

Büyük kanalın hemen girişindeki Barok Santa Maria della Salute kilisesi kanala girenleri selamlıyor. Yüzlerce daracık kanaldan her an bir gondol çıkabiliyor. Åžehrin önemli ailelerinin binalarında ise, Bienal’e Türklerin de konuk olmaları sebebiyle, "Osmanlı’dan Yüzler" bulunan ipek flamalar sarkıyor. Eskiden beri şehrin önde gelen aileleri, bu yolla selamlarlarmış misafirleri.

Feribota bilet almak için şehrin girişine geri dönmemiz gerekiyor. Çünkü tatil günlerinde ve mesai saatleri dışında seyahat acentaları kapalı. Biletlerimizi alıyoruz ve bu rüya şehrine veda ederek 26 saat sürecek feribot yolculuğumuza başlıyoruz. 1.200 araç alan, 1.600 yolcu taşıyan dev feribot, limandan ağır ağır çıkarken biz de güverteden "arrivederci" diyoruz İtalya’ya.
Kamaralar rahat, dinlenme mekanları geniş olsa da yolculuk bir süre sonra sıkıyor. İgoumenitsa’ya vardığımızda ise ertesi gün saat 15.30. Akşam Selanikte olmalıyız ve yaklaşık 450 km.lik büyük bölümü virajlı, dağ yolu bizi bekliyor. İner inmez açıyoruz gazı. Motor kullanmak buna denir. İnişler çıkışlar, gerçekten keskin virajlar ve orman . Virajlara girerken o kadar çok sağa sola yatmışız ki boxer motorlarımız yağ azaltmış. Selanik’e vardığımızda ise bütün yorgunluğumuza rağmen doğru "Ouzeri Agora" ya gidiyoruz. Garsonlar artık tanıyor, geçen oturduğumuz masayı gösterip, "yeriniz hazır" diyorlar. İtalya’da yediğimiz bütün kuru şeylerin acısını çıkarıyoruz. Filmi yine kopartacak kadar çok yiyip içiyoruz.
Selanik’te dönüş için Sami ve Rana da bize katılıyorlar. Motor yağlarını tamamlayıp yola koyuluyoruz. Yol üzerinde Kavala’dan meşhur bademli un kurabiyesi almayı ihmal etmiyor, Gümülcine’de de öğle yemeği yiyoruz. Son sahne İpsala sınırındaki köprünün üzerinde, Türk ve Yunan bayraklarıyla fotoğraf çektirmek. İstanbul’a girdiğimizde motorlarda 4.100 km.nin çamuru ve tozu, üzerimizde ise bir uzun yolculuğun daha tatlı yorgunluğu var. Bir sonraki filmin nerede çekileceği merak konusu.

Yılmaz Akdak
Haziran 2005

Not: Filmin diğer sahneleri için, lütfen tıklayınız.