Kulu’nun Kuşları

Ankara – Konya arasında kaç kez gidip geldiğimi bilemiyorum, ama yıllarca bu yolun ilginçliklerinden bi haber olmuş olmak üzücü. Bir süredir (bir kaç yıldır) bu dümdüz bozkırın sakladığı güzelliklerden birini, senede bir kaç kez ziyaret ediyorum, uzaktan, gelenleri gidenleri kolluyorum. 

1 Nisan Konya’ya Gidiş, 4 Nisan Ankara’ya dönüş sırasında fotoğraflayabildiklerimi görmek için lütfen tıklayınız.

 Bu alanın Türkiye’nin Önemli Kuş Alanları 2004 Güncellemesinde ki anlatımı;

Kulu Gölü         ORT024 TR063

Ankaranın güneyinde, Tuz Gölü’nün kuzeybatısında yer alan, hafif tuzlu sığ bir göldür. Güneyinde sazlıklarla çevrili bir tatlı su gölü (Küçük Göl) bulunur. Burası göldeki nadir ördek türlerinin yoğun bulunduğu alandır. Gölde dokuz ada bulunur ve bunların bir kısmıdeniz kuşu üreme kolonilerini barındırır. Kuzey kıyıları boyunca yer yer hayvan otlatılan ıslak çayırlar, etrafında tarım alanlarıve parçalanmış yavşan bozkırları bulunur. Orta Anadoludaki sulak alanların bir kısmının yok olmasından sonra çok sayıda nesli tehlike altında türün ürediği bu gölün korunması daha da büyük öncelik kazanmıştır.

Yüzölçümü : 2431 ha     Boylam: 39 05’K   Enlem: 33 08’D Yükseklik 950 m   İl: Konya   İlçe : Kulu

 ÖKA, Doğal Sit Alanı ve Özel Çevre Koruma alanıdır.

 

   Flamingo İbibik Uzun Bacak

Slide Show için tıklama noktası  

Ankara’da, ortalık yerde, Helios & Selene ve/ya Nyks & Hemera Buluşması

Gaia ile Uranos’un çocukları Hyperion ve Theia birleşirler, üç göksel varlık meydana getiriler: Helios (Güneş), Selene (Ay) ve Eos (Şafak).

Helios güçlü kuvvetli ve çok yakışıklı bir delikanlı olarak canlandırılır. Başı, saç biçiminde ışınlarla çevrilir. En eski inançlara göre Helios ateş saçan çok hızlı atların çektiği arabasıyla her sabah Şafak’tan hemen sonra Hindistan’dan yola çıkıp gökteki yörüngesine girer ve akşam da Okeanos ırmağına dalar. Yorgun atlarını Okeanos sularında yıkadıktan sonra doğudan batıya aynı yolu ertesi günü gene izler.

Selene Ay’ın simgesidir. Hyperion’la Theia’nın kızı, Güneş tanrı Helios’la Şafak tanrıça Eos’un kardeşidir. İki atın çektiği gümüş tekerlekli bir araba üstünde gökleri dolaşan güzel bir kadın olarak canlandırılır, bir çok sevgilileri olduğu anlatılır.

ve/ya;

Hemera. Gündüzü ve gün ışığını simgeleyen Hemera, Khaostan çıkma Erebos’la Nyks’in yani Gece’nin kızıdır. Hesiodos’a göre Nyks ile Hemera Tartaros’ta yani yeraltında buluşurlar;

Orada buluşup selamlaşır Gece’yle Gündüz
tunçtan büyük eşiğe ayak basarken,
Biri konağa girerken öteki çıkar,
ikisi hiç bir arada olmaz içeride;
Hep biri dışarıda, yeryüzünde,
öteki içeride, çıkmayı beklemektedir.
Biri ellerinde götürür ışığı
sayısız gözlerine insanların,
öteki Uyku’yu taşır kollarında,
Ölüm’ün kardeşi Uyku’yu,
sisli karanlığa bürülü belalı gece.

Kaynak: Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, 5. basım Eylül 1993, Remzi Kitabevi

29/03/2006 13:45 29/03/2006 13:53 29/03/2006 14:09 29/03/2006 14:14 29/03/2006 14:16

Güneş Tutulması, 29 Mart 2006
Yer : Ankara Şehir Merkezi, Armada Otopark
Notlar :

  • 14:09 anındaki totoğrafın digital zoom oranı 2.70 diğerlerinin 4.0,
  • FocalLength (35mm): 432mm
  • Filtrex Protective lens, ANSI Z87.1, Shade14

Slide Show için tıklama noktası

KASTAMONU MAHMUTBEY CAMİİ

Kastamonu’dan Daday’a giden yol üzerinde bir köy var ismi Kasaba. Bu köyde küçük ama içine girildiğinde ahşap işçiliği ile görenleri büyüleyen küçük bir Selçuklu camisi var. Her ne kadar ismi Mahmutbey Camii ise de yörede bulunduğu yerden dolayı Kasaba Camii diye anılıyor.

 Çandarlı Adil Bey’in oğlu Emir Mahmut tarafından 1366 yılında yaptırılmış. El oyması işlemeli kapı bir sanat harikası. Üstelik, bu kapı gerçeğinin bir kopyası. Gerçeği ise daha önce üç kere çalınıp her defasında çeşitli antikacılarda ele geçirildiğinden artık Kastamonu Etnoğrafya Müzesi’nde saklanıyor.

Kapının üzerindeki kitabede “Mescitler Allah’a aittir.Orada Allah’tan başkasına tapılmaz” kapı girişinde de bu eseri yapanın “Nakkaş Mahmut oğlu işçi Abdullah” olduğu yazıyor.

Caminin tavanında muhteşem bir ahşap işçiliği kullanılmış. Ahşap tavan, çivi kullanılmadan birbirine geçme parçalardan yapılmış, hem son derece süslü, hem de son derece sağlam. Rivayet’e göre Mahmut Bey burayı yapan ustaya, “Çivi kullanma ki, dağların neminden, rüzgarların gamından yorulup, paslanıp güçten takatten düşmesin. Kendisiyle birlikte tavanı çökertmesin. Bütün dağlar ve ormanlar emrindedir, istediğin ağacı seç ve kes. Öyle bir tavan yap ki, gökkubbe ayakta kaldıkça yıkılmasın’ demiş.

 

Mahmut Bey Cami 

Atlantik Kıyısı Beyaz

Essaouria, FasMarakeş’ten batıya gidildikçe önce toprak sonra binalar kızıldan beyaza dönmeye başlıyor. Kıyıya varıldığında ise bembeyaz binaları ve geniş, uzun kumsalına vuran iri dalgaları ile sörfcülerin cenneti Essaouira size gülümsüyor.
Küçük bir balıkçı şehri burası. Yine yüksek binalar yok. Sahil alabildiğine geniş ve uzun. Eski şehir kısmına büyük bir meydandan giriliyor. Güneş beyaza boyalı binalardan yansıyarak göz kamaştırıyor. Medina denen eski çarşı labirent gibi ve çok hareketli. Galiba  şehrin pazarına denk geldik. Aslına rastlamadım ama satılan kartpostallarda seyyar dişçilerin fotoğrafları var. Bir tezgah üzerinde yüzlerce diş.
Küçücük sıralı dükkanlarda sebze meyve satıcıları, kasaplar, deniz mahsulü satanlar, şekerlemeciler ve daha ne ararsan var. Aralardaki müzik dükkanlarından ise Afrika nameleri yükseliyor. Genellikle perküsyon ağırlıklı ve modernize edilmiş müzikler.
Limanda ise balıkçı tekneleri sanki birbirine geçmiş. Direkler, vinçler, ağlar ve malzemeler iç içe. Balıkçı barınağındaki maviEssaouria, Fas sandallar hiç fotoğraf çekmemişler için bile kolay bir malzeme. Onlarcası birarada öylece güneşleniyorlar.
Eski çarşıda turistler tarafından en çok rağbet gören hediyelik eşyalardan biri de folklorik müzik aletleri. Bir çoğu evine buradan alacağı bir darbukayı ya da adını bilmediğim değişik şekillerdeki çalgıları götürmek için pazarlık yapıyor. Pazarlıksız fiyatları da çok ucuz aslında ama 100 dirhem’e satılan bir şeyi 10-15 dirheme almak mümkün.
Bir de kapıların önünde oturup, tembel tembel etrafı seyreden yaşlı amcalar var. Üstlerine giydikleri cübbelerinin kapşonları içinden etrafa bakıyor ya da küçük bir şekerleme yapıyorlar. Fotoğraflarını almak kolay değil zira bundan pek hoşlanmıyorlar. 

Slide Show için lütfen tıklayınız.

İki Kilise Üstüste

Samatya Ayios Minas KilisesiSamatya’da ana cadde üzerinde 1830’larda yapılmış bir kilise Ayios Minas Kilisesi. Bu kilisenin altında, bilmeyenlerin farketmesi imkansız olarak yolla aynı seviyede bulunan eski bir bizans kilisesi kalıntısı daha bulunmakta. Kalıntı, halihazırda bir atolye olarak kullanılıyor. Daha önce kömürcü, tamir atölyesi olarak da kullanılmış. En son çelik kapıcı idi. . Kilisenin ambulatuarının küçük bir kısmı ise bitişikteki kahvenin içinde kalıyor. 4.ve 5.yüzyıldan kalma olan, dolayısıyla şehrin belkide en eski kilisesi olan yapının Ayii Karpos ke Papylos Martirion’u olduğu saptanmış. Adı, zamanla karıştırılarak, (Rumlar arasında) “Polykarpos” haline de gelmiş.

Kilise özel mülk, kiracıların ifadelerine göre eski Türkçe yazılı ve tuğralı tapular varmış. Murat Belge’nin değerlendirmesine gore Bu el değiştirme herhalde oldukça eskilerde gerçekleşmiş ve yukarıdaki Ayios Minas’ın yapılması izni belki de bu tuhaflığı telafi etmek için verilmiş. Böylece, bir kilisenin kubbesi üstünde bir başka kilise inşa edilmiş oluyor.

Kızıl Şehir Marakeş

Bizde Fas, Avrupalılarda Marok

Osmanlıların ulaşamadığı tek Kuzey Afrika ülkesi olduğundan mıdır bilinmez hep magrip yani batıdaki memleket olmuş. Yerel adı Al Mamlakah al Maghribiyah ya da kısaca Al Maghrib.  

MarakechNüfusun büyük bölümünü berberiler oluşturuyor. Berberilerin 2500 yıl önce Kafkasyadan göçtüğü biliniyor. Ana dil arapça ve halkın hemen hepsi müslüman olmasına karşın, diğer Kuzey Afrika ülkelerindeki gibi araplaşmamışlar. Bir parlemento var ama kral her türlü yetkiye sahip. Buna rağmen oldukça batılı ve modern bir yönetim olduğu anlaşılıyor.

Her Şehrin Rengi Var
En etkileyici şehir, ilk başkent Marakeş. Adım attığınız andan itibaren büyücülerin, yılan oynatıcılarının bu kızıl şehri insanı büyülüyor. Hemen hemen hiç yüksek bina yok. Bizim alıştığımızın tersine kalın köşeli kulelere banzayan minareleri ile camiler her yerden seçiliyor.  Camilerse kubbesiz yani çatılı. Ama en önemlisi tüm binalar, hatta şehri çevreleyen surlar bile yavruağzı renginde. Özellikle akşam güneş batarken tüm binaları da kızıla boyuyor. Bu renk bölgede demir bakımından zengin topraktan kaynaklanıyor. Eski binalar ve surlar samanla sıkıştırılmış topraktan yapılmış.
Marakeş dümdüz bir alanda kurulu, merkezinde 65 m.lik minaresiyle Koutubiye Camii ve hemen yakınında da Jemaa El Fna meydanı bulunuyor. Meydanın yanında ise eski şehir anlamına gelen “medina”. İşte renklerin, seslerin ve hayatın birbirine karıştığı yer de burası.
Meydan akşama doğru hareketleniyor. Akrobatlar, yılan ve maymun oynatıcılar, hikaye anlatıcıları, çalgıcılar ne ararsan mevcut. Falcılar ve kadınların ellerine kına ile dövme yapanlarda var. Bir bölümünde ise seyyar lokantalar kuruluyor. Geleneksel yemekleri “tajin” de var, salyangoz da. Tabi hijyen falan hak getire.
Medina’ya dalmak, rengarenk bir karmaşada kaybolmakla aynı anlama geliyor. Gerçekten kaybolmak çok kolay. Daracık sokaklarda kalabalığın arasında yürümek çok zorsa da  bisiklet ve mobiletçiler hallerinden memnun görünüyorlar.
Erkekler genellikle kapşonu sivri kukuletalı uzun, cübbeye benzer bişey giyiyorlar. Bordo,
yeşil, deve tüyü renginde… Bu onları soğuktan ve güneşten koruyormuş. Aynı giysinin kadınlar için olanı da var. “Souk” denen dükkanlar bizim kapalı çarşı benzeri. Sokaklara dalınca sanki her köşede Ali Baba ve kırk haramilerle burun buruna gelinecekmiş gibi.
Bu bölgede hemen hemen herkes turistlere birşeyler satmak istiyor. Hiçbir şey satamayanlar da para istiyor. Halk genellikle fotoğraflarının çekilmesini istemese de, burada fotoğraf makinasına dokunduğunu görenler hemen gelip para istiyor. Meydandaki tüm gösteriler de turistlerden para toplamanın bir yolu.

 

Slide Show için lütfen tıklayınız

Kar Düşleri

Kızılcahamam, Aksak köyü çevresinde vadi yürüyüşünden kar ayrıntıları, 29 Ocak 2006.

Büyük boylarını görmek isterseniz lütfen tıklayın.

Deve Dikeni

eğrekkaya barajı kaya sıvacı kuşu

Alman Çeşmesi

Alman ÇesmesiAlman Çeşmesi, diğer meydan çeşmelerinden farklı görünümüyle Sultanahmet Meydanı’nda yer almakta. Bu alanda eskiden hipodrom varmış, çeşme de onun kuzey ucunda.

Çeşme,Bağdat-İstanbul demiryolunun Almanlar tarafından yapıldığı yıllarda, Alman İmparatoru II.Wilhelm tarafından, II.Abdülhamit ile aralarındaki dostluğun bir simgesi olarak armağan edilmiş. 1898’in yaz aylarında yapımına başlanan çeşmenin, II.Abdülhamit’in 25.culüs (tahta çıkma yıdönümü) törenlerinde (1 Eylül 1900) açılması planlanmış, ancak yetişmeyince, 27 Ocak 1901 (II.Wilhelm’in yaşgünü) tarihinde açılmış.

Sekizgen planlı olan çeşmenin planı, Kayser II.Wilhelm’in özel danışmanı mimar Spitta tarafından çizilmiş. Değerli taşlarla süslenen metal çatısı ve mermer parçaları, İstanbul’a gemiyle getirilmiş ve burada birleştirilmiş.Çeşme daha çok Alman neo rönesansı denilebilecek “rundbogenstil” çizgisindedir.   

Arap Camii

Arap CamiiKaraköy Perşembepazarı’nda Galata Mahkemesi sokağından girince karşımıza çıkan, çan kulesine benzeyen minaresinin üzeri külahlı yapıdır.

Karaköy Perşembepazarı’nda Galata Mahkemesi sokağından girince karşımıza çıkan, çan kulesine benzeyen minaresinin üzeri külahlı yapıdır.Halk arasında; 8.yüzyılda Arapların şehri kuşattıkları sıralarda arap komutanı Mesleme bin Abdülmelik tarafından yaptırıldığına inanılıyor. Halbuki, hem binanın latin etkileri olan gotik tarzdaki yapısı, hem de Bizans Sanatı uzmanı Prof.Dr.Semavi Eyice’nin de savunduğu gibi Arapların kuşatma sırasında Galata’yı hiç alamamış olmaları, binanın aslında eski bir kilise olduğunu daha fazla düşündürüyor.

Cenevizliler, Galata’yı koloni haline getirdikleri 13.yüzyılda, Aziz Dominik  adına bir katedral olarak yaptırmış olmalılar. Nitekim, 1913 yılında yapılan tamiratta, zeminden kitabeli ve armalı latin mezar taşları çıkmış ve Arkeoloji Müzesi’ne taşınmıştır.1475 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülen yapının adının, 1492 yılında Endülüs’ten göçeden Arapların cami etrafında yerleşmelerinden geldiği düşünülüyor.

Beş bin kişilik kapasitesi olduğı söylenen caminin geniş avlusunun ortasında, II.Mahmut’un kızı Adile Sultan’ın yaptırdığı bir şadırvan bulunmakta. Avluya bakan duvara bitişik türbenin ise Mesleme bin Abdülmelik’e ait olduğuna inanılıyor. 

Anemas Zindanı

Anemas ZindanıAnemas Zindanı: Adını Bizans İmparatorluğu’nun Arap bir komutanından almış olduğu söylenen zindan surların, Haliç kıyısında bitipte Topkapı’ya döndüğü yerde bulunur. Arap idaresindeki Girit’i uzun süre savunan Abdülaziz el-Kuturbi Kandiya’nın düşmesi üzerine esir düşmüş ve getirildiği Byzantion’da Hristiyanlığı kabul etmiştir. Oğulları ise Bizansın komutanları olmuştur. Yüksek rütbeli bir asker olan Mihael Anemas İmparator Kommenos’un devrilmesi komplosuna karışınca yakalanarak gözlerine mil çekilme cezasına çarptırılmıştır. Ancak kendisine ilgi duyan Kommenos’un kızı Anna Komnena onun kör edilmesini engelleyerek, bir kuleye kapatılmasını sağlamıştır.  

Burası "karaoğlan” ve “malkoçoğlu” benzeri türk filmlerinin de değişmez mekanı olmuştur. Üzerinde İvaz Efendi Cami’nin bulunduğu terastan dört köşe bir çukurdan merdivenle inilen ve 3 katlı olduğu anlaşılan yapı, dışarıdan surların bir parçası gibi görülmekte. Ben gezdiğimde içerisi karalık ve hiç de güvenli değildi. Özellikle rehberlik yapan mahallenin gençleri. Ama sanırım yakın bir zamanda bir restorasyon geçirdi. Umarım düzelmiştir.

Dönerek inen bir koridordan geçilip, etrafında kemerli kapılarıyla yanyana dizilen hücreler bulunan 60-70 metrelik başka bir koridora giriliyor. Korkunç bir labirent gibi. Surlardaki İsaak Angelos Kulesi’nin yanındaki Anemas Kulesi’ne de zindandan girip üst katlara tırmanmak mümkün.