Size de olmuştur muhakkak; çocukluğunuzda yaşadığınız yerler, kullandığınız eşyalar, oynadığınız alanların beyninizdeki izdüşümleri yıllarca sizi an be an takip eder, hiç beklemediğiniz ve mantıklı bir ilgi kuramadığınız bir anda sizi yakalar, sarıp sarmalar ve bir süre – belki uzunca bir süre – yapmakta olduğunuz işten, yaşamakta olduğunuz zamandan kısacık anlar çalarak, o eski görüntülerin esiri olursunuz.
İstanbul’da 1972-78 yıllarında devam ettiğim yatılı okul hayatımdaki bu anlardan belki de en fazlasına kaynak olmuştu. Diğer zamanlarda camdan dışarı bakmak pek mümkün olmadığından serin, gri-mavi sonbahar ve belki ilkbahar akşamlarında yatakhane penceresinden, aşağıdaki sokağı ve sokağın karşısındaki apartmanları gözlerdim. Günler ve gecelerce beraber olduğum arkadaşlarımın görüntülerinden çok mekan görüntüsü …
Bu görüntüleri bir fotoğraf makinesi imişcesine beynime nakşetmek, yıllar sonra bu mutsuz, umarsız anları hatırlayıp acı çekmek mi isterdim. Belki …
Ama daha ziyadesiyle amacım, o apartmanların dairelerinde yaşayanlarla ilgili ipuçları toplayıp, kendimce hikayeler türetmek, evlerin içleri ile ilgili hayaller kurmaktı. Şurada yalnız yaşayan bir kadın, salonda toplanmış aile, bir odadan diğerine geçip odaların ışıklarını açıp kapatan ev sakinleri, bir diğerinde benimkine benzer bir amaçla elinde gazete veya kitap okur gibi yapıp okulun pencerelerini gözleyen bir delikanlı, sokaktan yandaki Fenerbahçe klubünün antreman sahasına giden tanınmış futbolcular, akşam biraz daha karanlık bastırınca, saat 9 suları, yatakhanenin ışıkları henüz kapatılmışken büyük gürültüyle sokaktan geçen Porsche ve benzeri “havalı” spor arabalar. “Dışarıda” yaşanan siyasi, ekonomik sorunlardan bihaber, 12 Mart sarsıntısı ve sonrasının etkilerini gazete başlıklarından, o da sadece haftasonları olmak üzere yarım yamalak takip etmek …
İşte bu sokak ve okulun iki tarafındaki apartmanlar beş yıl boyunca senaryolarıma mekan oluşturup, karakter temin ettiler. Aradan yıllar geçtikçe senaryoların tamamı unutuldu ancak unutulmayan o bir iki saniyelik görüntü kareleri idi.
Bu cumartesi günü – aradan neredeyse 35 sene belki biraz fazlası geçmiş – Gökçe’ye yıl sonu gösterisinde giymesi için kostüm kiralamaya giderken arabayı okulun epeyce yakınına park etmek zorunda kaldım, hayır hiç de zorunda kalmadım, oraya park etmeyi tercih ettim. Ya o görüntülerden biri veya bir kaçı hala asılı duruyorduysa. Ya ben tanıdık bir görüntüyü yakalarsam …
Giysi deneme işi bitip arabaya dönerken Gökçe’ye okuldan bahsettim ama artık orada olmadığını yıkılıp yerine “rezidans” yapıldığını söyledim. “Kolej” sokakta biraz yürüyüp okulun yerini göstermemi ister misin diye sorduğumda, aslında cevabı beklemek üzere sorulmuş bir soru olmadığını, ikimiz de biliyorduk. Dönüşte bakkaldan alacağımız dondurmanın hayaliyle fazlaca sızlanmadan yürüdük sokak boyunca, ben biraz heyecanla, sabırsız, Gökçe yorgun ve sıkkın ama teklif edilen dondurma ve eve döndüğünde bahçede oynama rüşveti ile alışılagelenden daha az söylenerek. Benim hatırladığım sokaklar mı daralmıştı, apartmanlar mı eskimişti, ağaçlar mı kesilmişti, deniz artık hiç görünmez olmuş, Fenerbahçenin idman sahası yerini “modern ve gösterişli” bir tesise bırakmıştı. Okulun iki mütevazı binasının yerinde gökdelenvari alabildiğine görkemli iki dev bina yükseliyordu. Evet, o yüksek katlardaki dairelerden deniz muhakkak görünüyor, hatta belki Kurbağalı dere.
Hissettiğim burukluğun adı hayalkırıklığı mı olmalı tam olarak bilemedim ama okuldaki ilk birkaç yılımda uzaktan görüntüsünün büyüsüne kapılıp hayran olduğum, eski roman ve şarkılardaki şemsiyeli, feraceli hanımların kurulup sandal sefası yaptıkları romantik dere olarak hayal ettiğim yerin – nam-ı diğer “boklu dere” – Kurbağalı dere olduğunu öğrendiğimdeki hayal kırıklığından başka bir şeydi bu seferki.
Çoktan bitmiş ve bir daha yaşanması mümkün olmayan anlar silsilesi – en iyisi hiç gitmemeli, beyindeki izdüşümleri ile idare etmeli, bitenin ardından gidip yenilemeye çalışmamalı diye düşündüm çantamın cebine sıkışmış buruk gülümseme ile.
Yoruma Kapalı.