Kategori Arşivi Gezi

KARAMAN’IN TAŞKALE BELDESİNDEN İNSAN MANZARALARI


Taşkale
Ala Muhtar diyorlar ona. Siyah fötr şapkasıyla 56 yaşındaki Orta Cami Mahallesi muhtarı Ali Bey’in anlattığına göre burada herkesin lakabı varmış. Gerçekten de Taşkale’de Ali’den, Mustafa’dan, Mehmet’ten geçilmiyor. Babası, 88 yaşındaki “Sopalı Ahmet” gençken çok güçlü kuvvetli birisiymiş dediğine göre, tek başına deveyi kaldırırmış. Şehre gidip geldiğinde renkli giysiler getirirmiş. “Ala” lakabı da çocukluktan geliyormuş, bu afili giysilerden. Başından çıkarmadığı şapkasını ise “Kistan Süleman” Avrupa’dan getirmiş. Ala Muhtar da ona koyun peyniri gönderiyormuş.

Lakapların hepsi enteresan; “Kalyon Mustafa”, “Dubaracı Abdulah”, “Icık İsmil”, “Çörçil Mustafa”, “Kaytez Şükrü”, “Tetoğlan Mustafa”, “Gabak Fakı Yalçın”, “Besmele Mehmet”ve ağabeyi “Rahvan Mustafa”, “Dalkıran Mustafa”, “Naylon Hasan”, yıllarca Fransa’da çalışıp iki yıl evvel köye dönen “Dertli Ali”, “Acöldük Mustafa”,”Atmaca”, çerçilik yapan ve hayatı hanlarda geçen “Hancı”, icatları ile ünlü “Alex”, “Dalgalı”,”Azman” ve diğerlerinin hep bir hikayesi var…

Ama en ilginçleri, çocukken damdan, ya da yörede söylendiği gibi “çelen’den” düşen “Gotügırık” ile emekli belediye zabıtası “Güççük Allah”. Anlattığına göre, 80 ihtilali olunca, askerler reisleri görevden almış. Belde’nin yetkilisi oluveren belediye zabıtası da, yaz için yaylaya götürülmüş olan koyun sürülerine, köyden geçip, kışın daha ılık olan bölgeye ulaşma izni vermemiş. “Artık buranın Allah’ı benim” deyince 40 sürü kadar olan koyunların yarıya yakını soğuktan telef olmuş, lakabı da “Güççük Allah” kalmış.

Namı Diğer Zeytinbağı

Triyle, bugünkü adıyla Zeytinbağı,Marmara Denizi’nin güney kıyısına sığınmış hala bizanstan değerler taşıyan bir köy. Zamanı yavaşlatan sakinlik, en çok içerilerden denize kadar uzanan ana cadde’nin biraz genişlediği yerdeki, asırlık çınar ağaçlarının altında, sağlı sollu kahvehanelerde yaşanıyor. Tahta sandalyelerde muhabbete dalan yaşlılar, gelen geçenden haberdar olup, ülke meselelerini değerlendiriyorlar. Yüzlerinden gülümseme eksik olmayan çocuklar ise ara sokaklarda oyun oynuyorlar. Zamana yenilmiş ahşap evlerin önlerine yerleştirilmiş koltuklarda ve divanlarda teyzeler sebze ayıklıyor, reçel yapıyorlar.

Tarihte çok önemli olmuş bir çok rivayete göre Trilye. Bizans zamanında çok önemli 7 kilise varmış. Bir kısmı hala zamanın tahribatına direnmeye çalışıyor. Bir de ünlü Makarios’un eğitim gördüğü söylenen Taşmektep var. Şimdilerde kapsamlı bir restorasyon yürütülmekte, dar sokaklardan aşağı kıvrılan yerdeki bu heybetli binada.

Trilyenin sahilindeki hemen hemen tüm binaların altı lokanta. Balıklar taze, mezelerinse tadı damakta kalıyor. Kiliseye çıkılan tepede ise hem köye hem de denize hakim manzarasıyla bir çay bahçesi yeralmakta.

En güzel yol yelkenle gitmek tabi ki Trilye’ye. Ama Mudanya’dan da kara yolu ile ulaşmak mümkün. Tesadüf bu ya, fırıncının oğlunun sünnet düğünü varmış. Fırının önünde gündüzden başlamış çalmaya ince saz. Akşamsa sahildeki balıkçılardan birinde devam edecek çümbüş. Böylesine coşkulu canlı müziğin tadı bir başka oluyor.

Son zamanlarda İstanbul’dan gelenler çoğalmış. Turistlerin beğenisine sunulan zeytin ve zeytinden yapılan ürünler satan dükkanlar türemiş. Hediyelik eşyalar da tabi.

Aylak aylak dolaşıp, Ağustos sıcağında çınar gölgesinde kahve yudumlayarak geçirmek, akşam da taze balık ve zeytinyağlıların yanında bir iki kadeh rakı içmek için son derece uygun ve keyifli bir yer.

  

Lütfen slide show için tıklayınız…

ARTIK DAHA ZOR

Artık daha zor. Hatırlıyorum da başlangıçta motora atlayıp Assos’a gitmek  büyük bir macera gibi gelmişti. O zamanki tecrübeme göre öyleydi de aslında. Arkasından motorla yapılan Yunanistan ve Adalar, Antakya-Güneydoğu-Nemrut, İtalya turları her defasında yeni bir durumla karşılaştırıp yeni deneyimler kattı. Ama bu sefer program biraz sıkışık olmuş doğrusu.

Mürettebat: Ben ve Yavuz kendi motorlarımızda geniş geniş seyahat ederken, Adnan ve Sami motorlarını sevgili eşleri Ayşegül ve Rana ile paylaştı.

Karşılaştığımız aksaklıklara ve programdaki zorunlu değişikliklere rağmen İstanbul’dan başladığımız turda sırasıyla Alexanrdopoli-Selanik-Metsovo-İgoumenitsa (Yunanistan),
Ancona-Bologna-Cenova-San Remo (İtalya), Monte Carlo (Monako), Nice-Cannes-Grenoble-Albertville-Chamonix/Mont Blanc (Fransa), Zermatt/Matternhorn-Andermatt-İnterlaken-Lugano (İsviçre), Como-Venedik (tekrar İtalya) yı ziyaret edip, sonunda geldiğimiz yoldan yani Selanik üzerinden yine İstanbul’a ulaştık. İtalya ve  Yunanistan arasında gidiş dönüş feribot yolculuğu yaptık. Motorla gittiğimiz mesafe toplam 4.450 km oldu.
Daha önce gördüğümüz ve vakit kaybetmeden çok yol almamız gereken Yunanistan ve İtalya bölümlerinde genellikle otobanları, Fransa’nın Akdeniz sahili ve dağlık bölgesi olan kuzeyi ile İsviçre Alpleri bölümlerinde ise son derece virajlı ve zor ama bir o kadar da motosiklet sürüşü bakımından keyifli ve manzaralı olan devlet karayollarını tercih ettik.
Turun başlangıcı olarak haziranın ortasını bulduğumuz için hava özellikle orta İtalya ve Fransa’nın Akdeniz kıyılarında son derece sıcaktı. Başlangıçta Yunanistan’da yediğimiz kısa ama sıkı sağnak yağmur, İsviçre’nin ortalarında bir daha yakaladı bizi. Dönüşte, Yunanistan’da da yine bir ara zorunlu mola verdirecek kadar kuvvetli göründü bize.
Akılda kalanlar mı?

  • Mahmutbey gişelerinde karşılaştığımız ve Harley Davidson’u ile Bulgaristan’dan gelecek Harley’cilere rehberlik yapacak olan vatandaşın trakya aksanı ile konuşmasına çok güldük.
  • Yavuz arkadaşımız, önceki akşam Sting’in verdiği konserde sahneyi yapan ekibin başında bulunduğundan ve kendi ifadesine göre yağmur altında iki gün uyumadan çalıştığından ayakta uyuma halindeydi. Neyse ki motorda uyuma haline geçmedi.
  • Beklenmeyen bir motor arızası, daha gezinin başında motoru bozulan arkadaşlara iki buçuk gün, diğerlerine bir gün kaybettirdiğinden, kalan bölümde, günde daha fazla yol yapmamız ve daha az mola vermemiz gerekti. Motoru bozulan arkadaşlar rekorlara imza attı.
  • Daha önce kıyısından geçipte içine girmediğimiz Metsovo’yu çok sevdik. Yunanistan’ın orta ve dağlık bölümünde yer alan, yemyeşil ormanların içinde yamaca yaslanmış hatta yamaçtan sarkmış gibi duran küçük dağ köyünü kabaca bir benzetme ile bizim Safranbolu’ya benzettik. Yüksek ağaçların gölgesindeki bahçesinde yemek yediğimiz restaurant çok keyifli, kuzu kapama da gerçekten çok lezzetliydi.
  • İtalya’ya kalkan feribotlara ya Patras’tan ya da daha kuzeydeki İgoumenitsa’dan biniliyor. 1.000 civarında araç alan bu dev feribotlarda ise yok yok. Yüzme havuzundan, güneşlenme teraslarına, bar ve diskolardan çeşit çeşit restaurantlara kadar herşey var. Ve hatta internet cafe ve sinema bile.
  • Feribottan indiğimiz yer olan Ancona’nın liman bölümü, limanı yüksekten çevreleyen eski binaları ile bana oldukça kasvetli geldi.
  • İtalya’da otobanlar çok pahalı ve değişik tahsilat sistemleri var. Bazılarında girişte bazılarında sonunda para ödeniyor. Bazılarında ise tahsilatlar otomatik. Önce bileti veriyorsunuz, açılan bölüme para konuyor. Sonra para üstü yine bir bölmeye dökülüyor.

Bazılarında ise sepete benzer bölmeler var.

  • Bologna’da verdiğimiz molada, “buraya özgü ne yiyebiliriz?” sorusuna garsonun cevabı tabi ki “spagetti bolonez” oldu. Tarihi meydanı ve heykelleri ile ünlü çeşmesi ve büyük tarihi binalarıyla tipik bir İtalya şehriydi Bolonga.
  • Genova-Cannes arası her ne kadar haritada kısa bir mesafe gibi gözüküyorsa da aldanmamak lazım. Zira otobanı terkedip sahilden gitmek oldukça vakit alıcı birşey.
  • San Remo’da, bahçesindeki yüksek palmiye ağaçları ve neredeyse 5 metrelik yüksek tavanlı şık odaları ile bir zamanların ünlü bir malikanesine benzeyen otelimiz çok şıktı.  Yaşlı bir çift tarafından işletilmekte olan otelde kahvaltı konusunda bu kadar şanslı değildik. Sadece bir kruasan ve küçük kutularda marmelat vardı. Zaten çaylar hep sallama.
  • Monte Carlo’nun girişteki yüksek seyir terasından manzarası etkileyici. Formula 1 yarışının yapıldığı caddelerde motor sürmek de bir o kadar ilginç ve eğlenceli. Hele de yarışın en hızlı bölümü olan tünel bölümünde gazı açmak…
  • Nice, tahmin ettiğimden büyük bir şehir çıktı. Napoli’nin oldukça zengin hali de denebilir. Sahil boyunca yer alan plajı ve yürüyüş bisiklet yolları gün boyu renkli görüntülere sahip.
  • Cannes ise daha sıcak kanlı. Belki daha küçük bir şehir olmasındandır. Limanın açığında Atatürk’ün yatı olan, son zamanlarda özel bir girişimciye kiralanmış Savanora demirlemiş beklemekte. Sanırım Vakko’nun düzenlediği Cannes-Çeşme yelken yarışının startını bekliyor. Bu sene deniz sezonunu Cannes’da açıyoruz. Deniz suyu buz gibi, insanı kendine getiren cinstendi.
  • Grasse-Verdon-Grenoble yolu dağlık bir bölgede önce tırmanılan ardından da derin vadilerden ve yemyeşil ovalardan geçilen bir yol. Yol üzerindeki Sisteron’un sıradışı ortaçağdan kalmış gibi görünen yapıları çok etkileyici. Verdon’da vadinin içinde sıkışmış küçük bir kasaba, sanki eskide donup kalmış gibi.
  • Grenoble’e yaklaştıkça etrafı alplerin yüksek zirveleri ile çevrili, bir çan kulesi ve kilise etrafında, küçük tepelerin üzerinde kurulmuş köylerden ve çiftliklerden geçmek çok keyifli.
  • Geride kalan arkadaşlarla tekrar buluştuğumuz Albertville’de bol bol Türk var. Küçük şehirdeki dört adet dönercinin tamamı da Türkler tarafından işletiliyor. Akşam erken saatlerde sanırım herkes evine çekiliyor, zira ortalıkta kimse kalmadığı gibi yemek yiyecek bir yer bulmak da ciddi bir sorun. Ama sabah erken saatlerde şehrin aslında ne kadar canlı  olduğu konusunda bizi şaşırtan bir kalabalık ortaya çıkıyor. Ama buralarda sanırım zaman oldukça bol, herkes ve trafik son derece sakin hareketler içerisinde.
  • Fransa’dan ayrılmadan önce son ziyaret ettiğimiz son  yer olan Chamonix, Avrupa’nın en yüksek tepesi olan Mont Blanc’ın eteklerinde. 1.035 m. yüksekliğindeki bu kasabanın herhalde tüm geliri turizmden. Arkada heybetli bir şeklide yükselen Mont Blanc ise 4.808 m. Yamaçlardaki buzullar ise özellikle benim gibi daha önce buzul görmemişler için son derece ilginç. Gri-mavi renkleri ile yamaçlardan akarken donmuş çığ gibi.
  • İsviçre’ye girişte de çıkışta da sadece küçük gümrük kapıları var. Evrak falan görmek istemedikleri gibi, motordan dahi inmeden geçtik.
  • İsviçre’de otobanları kullanabilmek için benzincilerde bile satılan ve fiyatı 40 CHF olan otoban pulu almak ve ön cama yapıştırmak gerekiyor.
  • Åžehir aşağıda uçaktan bakılıyormuşcasına  küçücük göründükten sonra, dik yamaçlarda kurulu üzüm bağlarının arasından inen yolla, İsviçre’nin en güzel şaraplarının üretildiği Martigny’e ulaşılıyor. Bağlar o kadar dik yamaçlarda ki, bağ çalışanları kendilerini yukarıya bağladıkları iplerden sarkarak çalışıyorlar. 
  • 4.477 m. yüksekliği ile Zermatt’tan izlenen ve bir piramiti andıran Matterhorn’un zirvesi, şapkayı andıran bulutuyla çok heybetliydi.
  • Rhone nehrini izleyip, pencere ve balkonlarından rengarenk çiçeklerin fışkırdığı ahşap evleriyle ve sivri çan kuleli kiliseleriyle küçük köy manzaralarından sonra tırmanılan  Furka Pass tam 2431m. yükseklikte. Bu yükseklikte bitki örtüsü hemen hemen kalmıyor. Mola verdiğimiz seyir yerinin hemen yanında büyük bir buzul daha var.
  • Adı üstünde, iki gölün arasına bulunan İnterlaken’e gitmek için Susstenpass adındaki bir başka geçitten daha geçmemiz gerekti. Üstelik aynı yoldan bir de geri döndük. 3.503 m.lik Sustenhorn ile 3.023 m.lik Wendenhorn’un arasından giden yol son derece virajlı ve dik.

Yollarda rastladığımız bisikletçilerin içinde 60-65 yaşında olanlar var.

  • Gezi boyunca geçtiğimiz belki yüzden fazla tünelin en uzunu Andermatt’ı Güney

      İsviçre’ye bağlayan Gotthern Tüneli, tam 16,5 km. sağnak yağmurdan ıslanmış olarak       
      girdiğimiz tünelden nispeten kurumuş olarak çıkıyoruz.

  • Güney isviçre’de yani italyan bölgesi’nde İtalyanca konuşuluyor. Sınırda yer alan Lugano aynı adla anılan yemyeşil tepelerle çevrili bir gölün kıyısında. Kuğular ve çeşitli kuşlar kıyılarda süzülürken, arkadan geçen küçük vapur manzarayı tamamlıyor.
  • Lugano’dan Como gölüne geçerken yine gümrük noktası karşımıza çıkıyor. Yine motorun üzerinden inmeden selamlaşmak yeterli.
  • Como gölü bir defa daha bir hafta sonu kaçamağı için bizi çağırıyor gibi. Kıyısındaki Como şehrinde 3.000 e yakın Türk olduğunu öğrenince çok şaşırıyoruz.
  • Venedik ise her zamanki turist kalabalığı ile karşılıyor bizi. Hava bunaltıcı bir şekilde sıcak ve kanallar gondollarda meraklı gözlerle etrafı seyredenlerle dolu. Hediyelik eşya dükkanlarındaki cam eşyalar, alışveriş meraklısı olmayanlar için bile cezbedici.
  • Geri dönüşün en keyifli yanı ise artık garsonun “konstantinopoli” diye gülerek bizi karşıladığı, siparişi ise “sen biliyorsun, getir” diyerek verdiğimiz Agora Ouzeri. Yani Agora Meyhanesi. Sadece et mezesi mi, balık mezesi mi diye soruyor ve ardından ziyafet başlıyor. Saganaki her zamanki gibi lezzetin doruğunda. Bu sefer ızgarada ekşili mantar da en akılda kalıcılardan. Kapanış irmik helvası ve dondurma ile.
  • Türkiye sınırında bizi bir sürpriz bekliyor. Orta Almanya tatile girmiş ve arabalarına eşyalarını istifleyerek hazır bekleyen gurbetçi vatandaşlarımız start almış gibi yollara düşmekle kalmamış, İpsala gümrüğüne de yığılmış yüzlerce araba. Neyse ki motosikletlere sıra yok biliniyor. Homurdanan bir iki kişi ile de dalaşmıyoruz.
  • Ama ince gözlükleri üzerinden bir bilgisayar ekranına, bir pasaporta bakan, her tuşa basarken önce bir düşünen görevli amcadan da yaklaşık yarım saatte kurtulmayı başarınca bayraklar kırmızı oldu. Son mola Tekirdağ’da.

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde güneş batarken bir macera daha sona eriyor. Boğaz manzarasında, keyif yorgunlukla elele…
25.06.2006  

AN INVITATION FROM NATURE – II

VancouverAs everyone can guess, we went to drink a pub like the all others after dinner. We had nothing to do else. However we had a good time with a man who was an insurance agent and met us in that pub. Next day, we started to ride without having a breakfast. I thougth that we could find a place along the road. But there was no place looks like that until Lyton. We were hungry and the weather was really cold. Even it has started to slitely rain. We bougth some cakes and fruit juice for breakfast from the supermarket that we could hardly find open and after we ate them in front of the supermarket we set off again.

There was an exciting place to see on the way. When the sun climbed up over the hills we got in to a canyon. A large river is called “Frasier” was flowing in the middle. We were also flowing on the road faster than the river. Then we saw the huge rocks tightened the river in to a 35 meters wide gorge and the river get crazy. It was “The Hell’s Gate”. Twice the volume of water of Niagara Falls surge through (200 million gallons) in every minute. There was an airtram cossing to the other side. And a surprise for us; a long long cargo train with it’s 156 cars was running along the river. There was a tram cossing to the other side.

After an hour riding we got down to the green plain again. I didn’t see any other geography that changes completely as fast as like that. Need to have a break and laying down under the flying white clouds like meditation. Then we arrived in Vancouver riding through in the willages, towns, ranges. The last parts of the tour has always some confidence, because you are already achieved. And it has a little bit sadness, because it’s over. You are always tired but you take a deep breath and feel super despite everything. You always start to thing the next one.

AN INVITATION FROM NATURE

Surely, nobody wants to be far from his motorcycle who is an enthusiast of it.  Especially in a country that is famous with its wounderful nature. To live without riding a long time in this kind of country is like a bird in a cage. Actually I’am trying to explain my feelings before I finally rented a motorcycle after five  months in Canada. So, when I was ready to start the trip that I’d planned, I was really excited.

I’d planned to start from Vancouver and to continiue through Squamish, Whistler, Pemberton, Lillooet, Lyton, Hell’s Gate and Vancouver again in two days. This was an interesting loop that I could have a good chance to see the varieties between different parts of British Columbia. I also had a passenger who is really interested in nature of Canada like me.

So, not doing care to cloudly weather, we started to ride to the north.  I wasn’t riding so fast because I wanted to feel the wind along the rain forest. Our first stop was in a small cafe near an old mine that is using as a museum anymore around Squamish. But more amazing thing than the mine was a hut with its an old blue bus as a kichen. In this short brake we were also taken a photograph in front of the beautiful scene.

After the brake I rode to Whistler. Whistler is one of the famous skiing centers of B.C. There are also some small scenery lakes to where a lot of people from Vancouver go and spend their holidays because of very near to Vancouver. When we arrived in Pemberton, the sun has changed its mind and started to shine. We were also hungry a lot.  So it was a good chance for us to eat something in a small lovely cafe with full of trees.  

There is no dubth, the best part of the trip begun after the break. I’d visited many place around Vancouver before but I fell in love to the road with increadible scenery between Pemberton and Lillooet. Real wild nature. I’ve felt as if a bear would appear suddenly in every curve. There was a huge water fall (Nairn Falls) which were calling us very near to the road. We were able to hear but we weren’t able to see. I asked to Simon to wanted to see it. He replayed me “I’m easy”. So, I didn’t want to lose this opportunity and we left the motorcycle near the road and started to walk to the fall along the mad river. It didn’t take us more than five minutes to arrive at. In the time that we were there just near the water fall, I’ve not only tried to listen the sound and feel the power of the water but also taken many pictures with my camera. It was great.

We often took short breaks to see the scenery till Lilooet. When we arrived in Lillooet, a big surprize was waiting us. On the contrary an increadibly green scenery, Lilooet was a really old small mining town that was situated in an arid valley. First, we passed through the town till the end. Than we turned back and tried to fine a pansion or hotel room. There wasn’t so many choice because almost all the buldings were on the main street and there was only couple of hotel . We chose one of them and took a room key from the reception that was a grocery at the same time and left our back packs in the room. As walking aroud the town we’ve most sorried about teenagers who have not to do in this small town. There were some metal staf about agriculture in front of the small museum. There is also a metal box that has been used as a jail.

KASTAMONU MAHMUTBEY CAMİİ

Kastamonu’dan Daday’a giden yol üzerinde bir köy var ismi Kasaba. Bu köyde küçük ama içine girildiğinde ahşap işçiliği ile görenleri büyüleyen küçük bir Selçuklu camisi var. Her ne kadar ismi Mahmutbey Camii ise de yörede bulunduğu yerden dolayı Kasaba Camii diye anılıyor.

 Çandarlı Adil Bey’in oğlu Emir Mahmut tarafından 1366 yılında yaptırılmış. El oyması işlemeli kapı bir sanat harikası. Üstelik, bu kapı gerçeğinin bir kopyası. Gerçeği ise daha önce üç kere çalınıp her defasında çeşitli antikacılarda ele geçirildiğinden artık Kastamonu Etnoğrafya Müzesi’nde saklanıyor.

Kapının üzerindeki kitabede “Mescitler Allah’a aittir.Orada Allah’tan başkasına tapılmaz” kapı girişinde de bu eseri yapanın “Nakkaş Mahmut oğlu işçi Abdullah” olduğu yazıyor.

Caminin tavanında muhteşem bir ahşap işçiliği kullanılmış. Ahşap tavan, çivi kullanılmadan birbirine geçme parçalardan yapılmış, hem son derece süslü, hem de son derece sağlam. Rivayet’e göre Mahmut Bey burayı yapan ustaya, “Çivi kullanma ki, dağların neminden, rüzgarların gamından yorulup, paslanıp güçten takatten düşmesin. Kendisiyle birlikte tavanı çökertmesin. Bütün dağlar ve ormanlar emrindedir, istediğin ağacı seç ve kes. Öyle bir tavan yap ki, gökkubbe ayakta kaldıkça yıkılmasın’ demiş.

 

Mahmut Bey Cami 

Atlantik Kıyısı Beyaz

Essaouria, FasMarakeş’ten batıya gidildikçe önce toprak sonra binalar kızıldan beyaza dönmeye başlıyor. Kıyıya varıldığında ise bembeyaz binaları ve geniş, uzun kumsalına vuran iri dalgaları ile sörfcülerin cenneti Essaouira size gülümsüyor.
Küçük bir balıkçı şehri burası. Yine yüksek binalar yok. Sahil alabildiğine geniş ve uzun. Eski şehir kısmına büyük bir meydandan giriliyor. Güneş beyaza boyalı binalardan yansıyarak göz kamaştırıyor. Medina denen eski çarşı labirent gibi ve çok hareketli. Galiba  şehrin pazarına denk geldik. Aslına rastlamadım ama satılan kartpostallarda seyyar dişçilerin fotoğrafları var. Bir tezgah üzerinde yüzlerce diş.
Küçücük sıralı dükkanlarda sebze meyve satıcıları, kasaplar, deniz mahsulü satanlar, şekerlemeciler ve daha ne ararsan var. Aralardaki müzik dükkanlarından ise Afrika nameleri yükseliyor. Genellikle perküsyon ağırlıklı ve modernize edilmiş müzikler.
Limanda ise balıkçı tekneleri sanki birbirine geçmiş. Direkler, vinçler, ağlar ve malzemeler iç içe. Balıkçı barınağındaki maviEssaouria, Fas sandallar hiç fotoğraf çekmemişler için bile kolay bir malzeme. Onlarcası birarada öylece güneşleniyorlar.
Eski çarşıda turistler tarafından en çok rağbet gören hediyelik eşyalardan biri de folklorik müzik aletleri. Bir çoğu evine buradan alacağı bir darbukayı ya da adını bilmediğim değişik şekillerdeki çalgıları götürmek için pazarlık yapıyor. Pazarlıksız fiyatları da çok ucuz aslında ama 100 dirhem’e satılan bir şeyi 10-15 dirheme almak mümkün.
Bir de kapıların önünde oturup, tembel tembel etrafı seyreden yaşlı amcalar var. Üstlerine giydikleri cübbelerinin kapşonları içinden etrafa bakıyor ya da küçük bir şekerleme yapıyorlar. Fotoğraflarını almak kolay değil zira bundan pek hoşlanmıyorlar. 

Slide Show için lütfen tıklayınız.

Kızıl Şehir Marakeş

Bizde Fas, Avrupalılarda Marok

Osmanlıların ulaşamadığı tek Kuzey Afrika ülkesi olduğundan mıdır bilinmez hep magrip yani batıdaki memleket olmuş. Yerel adı Al Mamlakah al Maghribiyah ya da kısaca Al Maghrib.  

MarakechNüfusun büyük bölümünü berberiler oluşturuyor. Berberilerin 2500 yıl önce Kafkasyadan göçtüğü biliniyor. Ana dil arapça ve halkın hemen hepsi müslüman olmasına karşın, diğer Kuzey Afrika ülkelerindeki gibi araplaşmamışlar. Bir parlemento var ama kral her türlü yetkiye sahip. Buna rağmen oldukça batılı ve modern bir yönetim olduğu anlaşılıyor.

Her Şehrin Rengi Var
En etkileyici şehir, ilk başkent Marakeş. Adım attığınız andan itibaren büyücülerin, yılan oynatıcılarının bu kızıl şehri insanı büyülüyor. Hemen hemen hiç yüksek bina yok. Bizim alıştığımızın tersine kalın köşeli kulelere banzayan minareleri ile camiler her yerden seçiliyor.  Camilerse kubbesiz yani çatılı. Ama en önemlisi tüm binalar, hatta şehri çevreleyen surlar bile yavruağzı renginde. Özellikle akşam güneş batarken tüm binaları da kızıla boyuyor. Bu renk bölgede demir bakımından zengin topraktan kaynaklanıyor. Eski binalar ve surlar samanla sıkıştırılmış topraktan yapılmış.
Marakeş dümdüz bir alanda kurulu, merkezinde 65 m.lik minaresiyle Koutubiye Camii ve hemen yakınında da Jemaa El Fna meydanı bulunuyor. Meydanın yanında ise eski şehir anlamına gelen “medina”. İşte renklerin, seslerin ve hayatın birbirine karıştığı yer de burası.
Meydan akşama doğru hareketleniyor. Akrobatlar, yılan ve maymun oynatıcılar, hikaye anlatıcıları, çalgıcılar ne ararsan mevcut. Falcılar ve kadınların ellerine kına ile dövme yapanlarda var. Bir bölümünde ise seyyar lokantalar kuruluyor. Geleneksel yemekleri “tajin” de var, salyangoz da. Tabi hijyen falan hak getire.
Medina’ya dalmak, rengarenk bir karmaşada kaybolmakla aynı anlama geliyor. Gerçekten kaybolmak çok kolay. Daracık sokaklarda kalabalığın arasında yürümek çok zorsa da  bisiklet ve mobiletçiler hallerinden memnun görünüyorlar.
Erkekler genellikle kapşonu sivri kukuletalı uzun, cübbeye benzer bişey giyiyorlar. Bordo,
yeşil, deve tüyü renginde… Bu onları soğuktan ve güneşten koruyormuş. Aynı giysinin kadınlar için olanı da var. “Souk” denen dükkanlar bizim kapalı çarşı benzeri. Sokaklara dalınca sanki her köşede Ali Baba ve kırk haramilerle burun buruna gelinecekmiş gibi.
Bu bölgede hemen hemen herkes turistlere birşeyler satmak istiyor. Hiçbir şey satamayanlar da para istiyor. Halk genellikle fotoğraflarının çekilmesini istemese de, burada fotoğraf makinasına dokunduğunu görenler hemen gelip para istiyor. Meydandaki tüm gösteriler de turistlerden para toplamanın bir yolu.

 

Slide Show için lütfen tıklayınız

Filmin Adı İtalya

Ne zaman ki motoru çalıştırıp gaz açılıyor, işte o zaman sihirli bir dünya yutuyor sanki seni. Onca hazırlık, plan, vizeler, triptik, sigortalar, yol haritaları, onca heyecan, yerini o anda dönmeye başlayan bir filmin ilk karelerine bırakıyor. Her karede, bir öncekinin geçtiğine üzülerek ve her birinde bir sonrakine ulaşmanın merakıyla dolu.

Kankaların sürpriz uğurlamalarının ardından film 06.30 da Mahmutbey gişelerinde başlıyor. Başrolde üç BMW var bu kez. Geçen sefer Yunanistan’ı bir defa altüst ettiğimiz için, oyalanmadan İtalya’ya ulaşmak hedefimiz. Bunun için en çabuk şekilde Yunanistan’ın batı kıyısındaki İgoumenitsa şehrine varmalı oradan feribota binmeliyiz.

İlk etapta Kavala’da öğle yemeği ve 620 km.lik yorgunluğun sonunda özlediğimiz buzlu bardaklarda içilen biraları ile akılda kalan Selanik var. Akşamsa tam bir meze ziyafeti ; Ouzeri Agora yani anlayacağınız Agora meyhanesi. Bu rafine tatların tarifleri alınmalı ve dönünce yapılmalı. Burada belli bir saatten sonra film kopuyor.

İkinci gün ise sabah çıkılan yolculuk, kuzeydeki yüksek ormanlık bölgeden geçiyor. Ardarda tüneller ve keskin virajlı yol, bize sürüş zevkini hiç bıkmadan yaşatarak İgoumenitsa’ya ulaştıran bir şarkı gibi. Bilet bulamama korkusu yolun sonunda biraz gerilim yaratıyor ama feribot biletlerini cebimize koyupta sahildeki cafelerin birinde buzlu bardaklara yine yapışınca keyifler yerine geliyor.

Gecikmeli kalkan feribot tır şoförlerinin kullandığı cinsten ve ertesi gün neredeyse öğlene kadar yapılacak tek şey İtalya’ya çalışmak. Nerede ne var, ne yenir, ne içilir… Ve saat 11.30 da kamera diyoruz. Mekan güney doğu sahilindeki Bari limanı. Kah bir iki kelime italyanca, kah el kol hareketleri ile satın aldığımız kahvaltı niyetine hamur işi şeyler, çok lezzetli. Karnımız doyunca trafiğin şok edici karmaşasına dalıyoruz ve en küçük aralara girmeye çalışan scooterlar ile rekabete başlıyoruz. Niyetimiz sadece şehirden çıkıp otobana oradan da Amalfi sahiline göz kırpıp Napoli’ye ulaşmak. Güneyde insanlar fakir, evler köhne, güneş tepede, ama hayat renkli.

Otoban kenarında tuvaletini yapanlar da çok rahat, burada adet böyle demekki. Napoli yakınlarındaki Amalfi sahiline gitmek için, sokakta rastladığımız yaşlı amcanın tarifi ile karşıdaki yemyeşil dağı dolana dolana çıkıp dolana dolana inmek gerekiyor. Burası tam film içinde film. Topu topu 20-30 km.lik yolun çıkışında güneş tepemizde sırıtırken, tepenin deniz tarafı yani iniş birdenbire yağan yağmurla ağlamaklı.

Dik yamaçlar burada israf edilmemiş, bütün her yer basmaklandırılmış ve limon ağaçları ve üzüm bağları ile kaplı. Kıyıdaki küçük kasabalarda bazen yollar o kadar daralıyor ki, gönüllü öğrenciler dik virajların iki başında, ellerinde telsizlerle trafiği tek yönde ayarlamaya çalışıyorlar. Akşam yaklaşırken her yerlerinde rengarenk begonvil salkımlarıyla Amalfi sahiline Salerno’dan veda ediyoruz. Napoli’ye girerken alçalan güneş yumuşak batı ışığını Vezüv’ün yamaçlarına düşürüyor.

Napoli’de haftanın ilk iş günü akşam eve dönüş saati, her yerde çalan kornalar ve tam bir keşmekeş. Kaldırım kenarına boyuna pakedilmiş arabaların arasında dikine parkedilmiş Smart marka arabalar. Arkadan iki kişi gördüğümüz, yanına gelindiğinde üç kişi oldukları anlaşılan motorsikletciler. Süt dökmüş kediler gibi trafikte bir süre akıntıya kapılıyoruz. Sonra bulduğumuz otelden taksiyle çıkıp (ki motorla çıksak da muhtemelen motorlar çalınacağı için yine taksiyle dönmemiz gerekecekti) Piazza del Gesu Nuovo’da (meydan yani) geleneksel Napoli pizza’sı yiyoruz. Ve tabi köpek öldüren şarap. Bizim gibi turistler için etraf fazla salaş ve tehlikeli. Filmin bu günlük sonu ve esas oğlanlar kazasız belasız yatıyor.

Ertesi gün ilk kare, kahvaltı masasında alışkın oldukları kahvaltıyı bulamadıklarından homurdanan üç tip… Neyse, komik şeylerde var. Trafik keşmekeşinde yol tıkanmaya görsün. Scooterlar önü kesilmiş karınca katarları gibi zıp diye kaldırıma çıkıp by-pass yapıyorlar, ama onlarcası. Bir iki fotonun ardından otobanı buluyoruz ve açıyoruz gazı. Roma’ya girsek bu film bitmez, oysa bizim çok az vaktimiz var. Sonra turla gelir gezeriz deyip doğusundan el sallayarak Toscana’ya yollanıyoruz. İtalya’nın en manzaralı bölgelerinden biri. Ovalarda üzüm bağları, yeni hasat olmuş tekerlek tekerlek saman balyaları ile buğday tarlaları, küçüklü büyüklü tepelerin üzerinde taştan evleri ve kuleleriyle ortaçağ kasabaları…Her yer resim gibi. Orvieto’da mola veriyoruz, buralarda artistlik zor. Pizzalardan yedik, şimdi de pastaların tadına bakmak lazım. Hem de ünlü Toscana şaraplarıyla. Yemekten sonra öğreniyoruz ki, her kasabada ve şehirde büyük bir meydan ve duomo dedikleri büyük bir katedral var. Bizi çıkar, ortaçağ kıyafetli oyuncuları koy, film çek, kesinlikle hiçbir şey göze batmaz. O kadar iyi korunmuş.
Ve Orvieto’da İtalya’nın en büyük gotik-romanesk duomolarından birisi var. Önündeki meydana çıkan sokaklarsa hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu. Seramik eşyalar rengarenk ve ilgi çekici. Siena’ya gitmek üzere kasabadan çıktığımızda motorları dizip deklanşörlere basıyoruz, zira fonda kasaba manzarasının en güzel olduğu yer burası.

Mükemmel kır manzaraları içinden geçerek vardığımız Pienza’da güneş artık başını eğmiş, yumuşak ışık kasabanın taş evlerine, dar sokaklarına yayılmakta. Motorlu aracın girmediği yerlerden üç motorsikletle geçmemize bayağı kızan, bununla da kalmayıp bize kötü kötü bakıp söylenen yerli halktan utanıp kısa bir molanın ardından yola devam ediyoruz. Günün son fotoğrafları fonda heybetli bir şatonun önünde gelincik tarlası. Geceleyeceğimiz Montepulciano en yüksek dağ kasabalarından birisi. Sokaklar rönesans sarayları ile çevrili. Åžehri çevreleyen surlar ve duvarlardan Toscana bölgesinin ünlü Vino Nobile şarabının kaynağı olan üzüm bağları görülmekte. Kalacağımız yeri ayarladıktan sonra yakın çevrede yaptığımız tur sonucu, gecikmiş akşam yemeğimizi köyün meydanındaki tek açık lokantada yemezsek aç kalabileceğimizi anlıyoruz. Yemekte pasta ve pizzadan sıkılanlar için tavşan var. Yöresel tatlılara çok da bayılmıyoruz.
Burada da kahvaltı denen olay acı bir kahveden ve belki bir kruasandan ibaret. Peyniri, domatesi, zeytini neden kahvaltıda yediğimiz ise italyanlar için merak konusu. Kahvaltı niyetine yediğimiz şeylerin ardından tekrar motor diyoruz. Bizim yönetmen de kameralar da seyyar. Etrafı servi ağaçları ile kaplı bir yoldan girilen tipik bir toscana evi mi gördük, hemen duruyoruz. Çantalar açılıyor, makinalar çıkarılıp çekimler yapılıyor. Sonra yola devam. 

En büyük meydana (Piazza del Campo) sahip olan Siena’yı görmemek olmaz. Gerçekten de çok etkileyici. Her yıl iki defa düzenlenen Palio (Flama) festivalinde, meydana kum dökülüp etrafında Siena’nın 17 bölgesini temsil eden biniciler, kura ile belirlenmiş eğersiz atlarla yarış yapıyorlar. Kökeni Roma dönemindeki askeri eğitime dayanan yarışı kazananlara ipek bir Palio yani flama veriliyor.Bizse rengarenk cıvıl cıvıl bir çocuk festivaline rastgeliyoruz. Onca scooter ve motor arasına bizim motorları parketmek biraz sorun olsa da orta çağ sokaklarında dolaşmak çok güzel.

Her yer turist kaynıyor. İtalya’nın en büyük katedrallerinden biri olan ve 1300 lü yıllarda tamamlanmış olan duomo ünlü ressamların ve heykeltraşlarının eserleri ile dolu. Duomonun yanında bulunan ve şehir nüfusunun yarıya inmesi ile sonuçlanan veba salgını yüzünden tamamlanamayan nef eğer tamamlanabilseydi, Hristiyan dünyasının en büyük kilisesi olacaktı. Hala kullanılmakta olan belediye binası ise çok ihtişamlı. Binaların içlerini gezememenin üzüntüsü ile tekrar yola koyuluyoruz.

Öğle yemeği yine bir tepecik üzerinde kurulu etrafı surlarla çevrili bir köy olan Monteriggioni’de. 1203 de inşa edilen ve bir kale içine kurulu köyün o yıllardan beri görüntüsü pek değişmemiş. Yörenin beyaz şarabı "Castello di Monteriggioni" harika. Ama hala sulu bişeyler yiyememenin sıkıntısı var.

Sıradaki kasaba "kuleler şehri" diye bilinen San Giminiano. Åžehri çevreleyen Etrüsk surları hala ayakta. Ondan fazla taştan kule ortaçağ gökdelenlerini andırıyor. Åžehir, 2500 yıdır oniks heykelcikler ve "objets d’art" yapan sanatkarlarla ünlü. Kalabalık turist topluluğu dondurmacılar önünde kuyruklar oluşturmuş. Kısa bir tur ve ardından yola çıkıyoruz.

Akşam üzeri Floransa’ya varıyoruz. İtalyanlar, küçük kasabalardaki tarihi mekanları korumadaki başarılarını, ortasından Arno nehri’nin aktığı ve üzerinde tablo gibi köprüler olan Floransa gibi büyük bir şehirde de göstermişler. Åžehirde yeni bina görmeniz hemen hemen imkansız. Her yerde kubbeler, çan kuleleri, heykeller. Akşam yemeği gün batarken eski meydan anlamına gelen "plazzo vecchio"da. Otele dönüşte en işlek caddelerden birinde rastladığımız sokak pandomimcisi tek başına abartmasız birkaç yüz kişiye kendini seyrettirmekte. Bahşiş te ona göre tabi.

Ertesi gün Floransa’yı daha detaylı gezme imkanı buluyoruz. Muhteşem kubbesi yapı iskelesi kullanılmadan yapılmış duomo, Filippo Brunelleschi tarafından 1436 da bitirilmiş. İçindeki freskler hala yapıldığı günkü canlılığında. Fresk, italyanca adıyla "fresco", taze sıva üzerine yapıldığından, boya sıvaya işliyor, bu yüzden canlı renkler elde ediliyor. Kubbeye 384 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor ve üzerinden Floransa manzarası muhteşem. 14. yüzyılda yapılmış olan "Ponte Vecchio" köprüsü ise üzerindeki kuyumcu dükkanları ile turistlerin ilgi odağı. Eski meydandaki, Michelangelo’nun meşhur dev boyutlardaki Davut heykeli’nin orjinali ise müzede.

Floransa’dan Pisa’ya kadar otoyola giriyoruz. Pisa’da malum yana yatmış ünlü kule var. Bütün turistler kuleye destek oluyormuş gibi fotoğraf çektiriyorlar. Hediyelik eşya sergilerinde satılan Michelangelo’nun Davut heykelinin malum yerleri baskılı şortlar revaçta. Güneş tepede ve korkunç bir kalabalık var. Soğuk biralar susuzluğumuza iyi geliyor.

Åžimdi motorların yönü Genova’nın güneyinde, yüksek yamaçlarda yer alan 5 küçük sahil kasabasının yer aldığı "Cinqueterre" bölgesi. Yüksek yamaçlardan Akdeniz manzarası sıcağı ve yorgunluğu unutturuyor. Ancak keskin virajlı ve son derece dar yollardan indiğimiz kasabaların içinde yeterince yer olmadığından motorlu araçlar girişte bırakılıyor. Buradan sonraki kısım yürüyerek gidilecek.

VernazzaVernazza da bu kasabalardan biri. Pastel renkli binaları, küçük balıkçı barınağı ve plajı ile cıvıl cıvıl. Gerek trenle, gerekse denizden tekneyle gelen günübirlikci turistler gruplar halinde geri döndükçe kasaba daha da güzel oluyor. Mayolarımızı yanımıza almamıştık, bu sıcakta ve bu yorgunlukla hiçbirimizin de dönüp almaya niyeti olmadığından denize giremiyoruz. Hatta Yavuz bir ara masanın üstüne abanmış uyukluyor. Planda burada kalmak var ama yer bulmak imkansız. Devam ediyoruz, uzunlu kısalı onlarca tünelden geçtikten sonra, akşam olurken Cenova’dayız. Otel bulmak biraz zor oldu ama kaldığımız otel odasında jakuzi bile var. Yemekte ise yine pizza ve şarap.

Ertesi gün sahne, otelin garajında motorları yüklerken başlıyor. Otobana çıkmak sabah trafiği yüzünden biraz vaktimizi alsa da, çıktıktan sonra rüzgar bizi kendimize getiriyor. Milano’yu es geçip İsviçre sınırı yakınlarındaki Como Gölü’ne ulaşıyoruz. Aynı isimli şehir de, başaşağı bir "Y" harfini andıran gölün güney ucunda konumlanmış. Bir italyan şehrinden çok İsviçre şehrine benziyor. İnce uzun teknelerle gölde hem ulaşım hem de gezinti yapmak mümkün. Bir de tam orta kısmında çalışan küçük arabalı vapurlar var. Burası sosyetenin sayfiye yerlerinden birisi. Alplerin eteklerinde yazlık evler ve köşkler, yeşillikler içerisinde göle bakıyorlar. Bahçelerde ekili yasemin kokuları arasında seyahat ediyoruz. Bellagio’ya kadar gidip oradan arabalı ile gölün batı kıyısına, Cadenabbia’ya geçiyoruz. Rastladığımız orada yaşayan bir Türk iletişimde yardımcı oluyor bize. Kuzeye gidildikçe yerleşim azalıyor. Gravedona’da temiz bir otel buluyoruz. Göl kıyısındaki yemek çok hoşumuza gitmese de manzara bütün yorgunluğumuzu alıp götürüyor. Gölde yavrularını gezdiren bir çift kuğu, arkadasında hafif hafif sallanan yelkenli tekneler ve alpler. Misafir oyuncu olarak George Clooney’i de oynatmak isterdik ama yazlığında değil herhalde.

Ertesi sabah kapalı hatta hafif yağmurlu bir havaya uyanıyoruz. Esas oğlanları bozmaz tabi. Gölün kuzey kıyısını dönüp güneye Lecco’ya kadar devam ediyoruz.. Sonra otobana çıkıp İtalya’dan ayrılacağımız liman olan Venedik’e kadar hızlı bir sürüş yapıyoruz.

Venedik, karadan ince uzun bir köprü ile ulaşılan denizin ortasında kümeleşmiş adalardan oluşuyor aslında. Belki de bizim filmin en film yeri burası. Motorları şehrin girişindeki otoparka bırakıp, ulaşımı sağlayan teknelerle Büyük Kanal’dan, ünlü San Marco meydanına doğru yolculuğa başlıyoruz. Önlerindeki yüksek ahşap kazıklarla binalar, kiliseler, belli bir trafik içerisinde gidip gelen tekneler ve nihayet gondollar… hepsi bir film karesi gibi.

San Marco ise ortaçağdaki şehrin ihtişamını günümüze kadar getirmeye devam ediyor. Meydanın etrafındaki binalar, beyaz mermer işçiliği ile dükalık sarayı, yüksek çan kulesi ve her ayrıntısı ile doğudan esintiler taşıyan San Marco Basilikası. Gondol duraklarında gondolcular birbirleri ile şakalaşıyorlar. Hediyelik eşya standlarında maskelerin binbir çeşidi. Akşam olurken meydandaki kafelerde şık giyimli klasik müzik orkestraları sırayla neşeli müzikler çalmaya başlıyorlar. Gelip geçenler bu romantik şehrin geleneğine uyar gibi durup dans ediyorlar. Her köşe başında sarılan, öpüşen çiftlere rastlamak mümkün.

Büyük kanalın hemen girişindeki Barok Santa Maria della Salute kilisesi kanala girenleri selamlıyor. Yüzlerce daracık kanaldan her an bir gondol çıkabiliyor. Åžehrin önemli ailelerinin binalarında ise, Bienal’e Türklerin de konuk olmaları sebebiyle, "Osmanlı’dan Yüzler" bulunan ipek flamalar sarkıyor. Eskiden beri şehrin önde gelen aileleri, bu yolla selamlarlarmış misafirleri.

Feribota bilet almak için şehrin girişine geri dönmemiz gerekiyor. Çünkü tatil günlerinde ve mesai saatleri dışında seyahat acentaları kapalı. Biletlerimizi alıyoruz ve bu rüya şehrine veda ederek 26 saat sürecek feribot yolculuğumuza başlıyoruz. 1.200 araç alan, 1.600 yolcu taşıyan dev feribot, limandan ağır ağır çıkarken biz de güverteden "arrivederci" diyoruz İtalya’ya.
Kamaralar rahat, dinlenme mekanları geniş olsa da yolculuk bir süre sonra sıkıyor. İgoumenitsa’ya vardığımızda ise ertesi gün saat 15.30. Akşam Selanikte olmalıyız ve yaklaşık 450 km.lik büyük bölümü virajlı, dağ yolu bizi bekliyor. İner inmez açıyoruz gazı. Motor kullanmak buna denir. İnişler çıkışlar, gerçekten keskin virajlar ve orman . Virajlara girerken o kadar çok sağa sola yatmışız ki boxer motorlarımız yağ azaltmış. Selanik’e vardığımızda ise bütün yorgunluğumuza rağmen doğru "Ouzeri Agora" ya gidiyoruz. Garsonlar artık tanıyor, geçen oturduğumuz masayı gösterip, "yeriniz hazır" diyorlar. İtalya’da yediğimiz bütün kuru şeylerin acısını çıkarıyoruz. Filmi yine kopartacak kadar çok yiyip içiyoruz.
Selanik’te dönüş için Sami ve Rana da bize katılıyorlar. Motor yağlarını tamamlayıp yola koyuluyoruz. Yol üzerinde Kavala’dan meşhur bademli un kurabiyesi almayı ihmal etmiyor, Gümülcine’de de öğle yemeği yiyoruz. Son sahne İpsala sınırındaki köprünün üzerinde, Türk ve Yunan bayraklarıyla fotoğraf çektirmek. İstanbul’a girdiğimizde motorlarda 4.100 km.nin çamuru ve tozu, üzerimizde ise bir uzun yolculuğun daha tatlı yorgunluğu var. Bir sonraki filmin nerede çekileceği merak konusu.

Yılmaz Akdak
Haziran 2005

Not: Filmin diğer sahneleri için, lütfen tıklayınız.

BOZKIR VE BEN

Zaman zaman bozkıra gittiğimi kimi arkadaşlarım bilir. Geçenlerde, yine bir vesile ile bozkıra yolum düştü; Kayseri ve Kırşehir gibi iki kutlu mekanı bir kez daha ziyaret etme imkanı buldum. Doğal olarak, her zamanki gibi, yine derin düşüncelere düşeyazdım.

Bozkır, havasından mıdır, suyundan mıdır yoksa genlerimde taşıdığım arkaik kodlardan mıdır nedir bilinmez, beni hep etkiler ve kendine çeker. Oysa çoğu insana göre bozkır kuraklık ve kıraçlık ifade eder. Bozkır, idrakimizde canlılık anlamını içermediğinden ilgilenilecek ve özlem duyulacak bir yer olarak da görülmez. Ama bende hiç de öyle hisler oluşturmuyor bozkır; ben ona adeta özlem duyuyorum. Bozkıra ulaştığımda kendimi ruhen ve bedenen özgür hissediyorum. Hele bir de bu bozkırın ortasında, kıyısında, köşesinde Aksaray’daki Hasan Dağı ya da Kayseri’deki Erciyes Dağı gibi ulu bir de dağ varsa, değmeyin keyfime, âbâd oluyorum.

Kimileri bozkırı adlandırmak için bir ara dilimizde step kelimesini de kullandılar; ama bu ödünç alınan kelime tutmadı ve bir kenara atılıp unutuldu. Zira, bozkır stepten daha derin anlamları barındırıyor içinde. Bozkırın, hep bir yanıklığın, hep bir maddi yoksulluğun menbaı olduğu düşünüldü durdu; künhüne vakıf olunamadı, hakkıyla anlaşılamadı. Oysa yemin, bin kere yemin olsun ki bozkır, ruhun halas bulduğu bir vahadır. Zaten tarihimiz boyunca da hep öyle olmamış mıdır? Bu savı doğrulamak için atayurduna ve anavatana bakmak yeterli olacaktır; çünkü medeniyetimiz ve büyük devletlerimiz hep bozkırda kurulmuştur!

Son bozkır gezim beni bazı düşüncelere sevk etti. Kırşehir’de Ahi Evran Zaviyesi’ni, Âşık Paşa’nın türbesini, Caca Bey Mederesesi’ni, Kayseri’de de Gıyasiye ile Şifahiye medreselerini etraflıca dolaştım; onların yanlarında zaman geçirdim, onları soludum. Düşündüm ki, bozkır medeniyetimizin katalizörü.

Düşünsenize! Anadolu topraklarından başka Ortaasya hariç ciddi bir bozkır kültürü olan ya da bozkırı olan başka bir coğrafya daha var mı dünya üzerinde? Bozkır, bizim medeniyetimize özel bir durum ve yaşam biçimi olmuş. Doğu’dan, ta uzaklardan, güneşin doğduğu yerlerden Horasan’dan, Semarkant’tan, Merv’den ve daha bilmem nerelerden ariflerce, ulularca atılan kor parçaları hep Anadolu’nun bozkırına düşmüş ve ortalığı alaca bir ahenge bürümemiş miydi? Eski adıyla od, ateş bozkır insanını yuğmuş, aydınlatmış ve yürekleri yakmamış mıydı? Keza, Mevlana, Ahi Evran, Hacı Bayram ya da Hacı Bektaş bu korların ta kendileri değil miydi?

Başınızı çevirip bu coğrafyaya bir bakın! Bozkır, adeta bu ariflerle ya da ne bileyim ne denebilir, bu hâkimlerce adeta doğudan batıdan kuşatılmış. Tabii bu kuşatmanın dünyevi lisanda da bir anlamı olsa gerek. Dünyanın neresine bakarsanız bakın, Batı’ya bakın, Yahudi medeniyetine bakın, isterseniz uzak diyarlardaki medeniyetlere de bir bakın, Hint ve bizim medeniyetimiz dışındaki uygarlıkların hiç birinde, insanî oluşum ile ruhî oluşumu kaynaştırabilmiş daha başka hiç bir medeniyet merhalesi göremezsiniz. Bizim için olduğu kadar dünya için de bu merhalenin bir anlamı olduğunu söylemek safdillik olamaz. Ancak bu devinimin bugün için durağanlaştığını ancak durmadığını içtenlikle söyleyebiliriz. Bu halita işi hayfa ki şu an için sekteye uğramıştır, yazık! Ama zamanında bu iş en iyi Anadolu’nun bozkırında yapılıyordu. Yukarıda adlarını andığım insan-ı kâmiller, bozkırın bir köşesinde hep bu işle uğraşıyorlardı işte.

Burada karşılaştırmalı bir tarih işine girecek değilim; ama bozkır dışındaki medeniyetlerin, bozkırda bunlar olurkenki hal-i pürmelallerini hepimiz biliriz. Alabildiğine karanlık ve dövüşme değil midir halleri? Oysa bozkır, bir taht-ı asudegahtır. Oraya gelen sulh bulur, yetişir, kâmil olur. Kâmil olamazsa da toplum için gereken olgunluğa kamuca eriştirilir, terbiye edilir.

Gazneli Mahmut ile İslam kültür dairesi içine giren milletimiz kadar daha başka hiç bir millet humanizma ile ahlakî öğretileri bu kadar meczedememiş, hadi günümüz dili ile söyleyelim kaynaştıramamıştır. İslam kültür dairesinde, evet, bir fikri ilerilikten söz edilebilir; bunu göz ardı edemeyiz, ama o kadar! Ancak insan ile ahlakî ve dinî öğretiyi bu derece mahir bir şekilde işlemeyi ancak bozkırın, doğudan atılan kor parçaları becerebilmiştir. Bu kor parçaları da bozkırı, adeta Kırşehir’e eskiden Gülşehir dendiği gibi gül bahçelerine döndürmüşlerdir. Bozkırdaki bu yerler sakin limanlara ulaşmaya çalışan ruh medeniyeti gemilerinin adeta seyrüsefer kerterizleri olmuşlardır. Uzaktan, yakından alimler, hâkimler akın akın gelmişlerdir. Bu alimlerin en başında Şeyhül Ekber İbn-i Arabi’yi saymak en azından benim borcum olsa gerek. Ta Endülüs’ten kopup gelen Arabi, Malatya yolu ile Kayseri ve Konya’da verdiği dersleri, herhalde iaşe kaygısı ile yapmamıştı; gaye başka idi. Babası vefat eden Sadrettin Konevi’nin annesi ile de evlenerek üvey babası da olan Arabi’nin, yaratılışa ait yüksek teorik algılayışı, sonuç olarak bozkırın köşesindeki İznik’li bir alim olan Eşrefzade-i Rumi’nin aklı ve eliyle Müzekkinnüfus adlı eserinde yaşam pratiği haline dönüştürülmüştür. Bugün ebeveynlerden getirilegelinen, başka nimetlerin değil de ekmeğin yerden (çünkü ekmek staple food’dur, vazgeçilmezdir) alınıp kaldırılması ve yüksekçe bir yere konulması geleneği, insanın yaşamına duyulan derin saygının bugünkü hayatımızdaki kodlarından biri değil midir? Oysa kim bu melekenin böylesi bir geçmişi, yoğrulmuşluğu, işlenmişliği olduğunu bilir? Zaten bozkırın bu mühürleri bunun bilinmesini de istemez, yaşanmasını arzu ederdi.

Kırşehir’de Ahi Evran’nın o minicik, ancak derin anlamları barındıran taştan zaviyesinin karşısına oturup, düşünmeye başladım. Şimdi pejmürde bir parkın ortasına bulunan bu ufacık bina, nelere barınaklık etmemişti ki! Çok bilindik bir hikayedir: Fatih’in tebdil-i kıyafetle çıktığı pazar alışverişinde, esnafın birinden ikinci bir şey daha almak istediğinde, esnafın ikinciyi, başka bir esnaftan almasını tanımadan Fatih’ten istemesi, kazancı üleşmesi ve göz tokluğu anlayışı İslam anlayışı ile işte bu minicik, ancak şekliyle mütenasip bu zaviyede uygulanabilir hale getirilmişti. Bu olayı hatırladım ve bugünkü halimize acıdım!

Mevlana’nın ya da ne bileyim Yunus Emre’nin yaşam karşısındaki, insan karşısındaki tıynetini, duruşunu size ben anlatacak değilim; zaten bunu benden daha iyi bildiğinizden hiç şüphem yok. Ama işte görünen o ki, bu ruh mimarları bozkırı, sonuçta da üyesi olduğumuz medeniyeti sakin adımlarla, kolay kolay yıkılmayacak bir sağlamlıkta inşa etmişler.

Kayseri’de, şehrin hemen neredeyse tam ortasında, şanına yaraşır bir düzenleme içinde başka bir insanî anlayışın ve medeniyetimizin abidevi eseri dikili duruyor. Neredeyse dünyanın ilk tıp okullarından biri bu binalar. Sevdiğine erişemeyen Gevher Nesibe (şu ismin zerafetine bir bakınız; bugün anasının babasının ismini çocuğuna vermekten kaçınan ad verme alışkanlıklarımızla da kıyas ediniz. Zira bir Latin atasözü “nomes est omnes” der, yani ismi (o) kişinin kaderidir.) kardeşi Gıyaseddin Keyhüsrev’den öldüğünde kendi mirası ile bir tıp okulu ile bir de hastane kurmasını ister. Gevher Nesibe’nin kısa süre sonra gerçekleşen ölümünün ardından kardeşi Keyhüsrev, tıp okulu olarak Gıyasiye’yi, okulun araştırma hastanesi olarak da Şifahiye’yi iki yıl içinde inşa ettirir. Kunt bir yapı olan bu iki bina yan yana, koyun koyunadır. Bugün Erciyes Üniversitesi’ne bağlı bir Tıp Tarihi Müzesi olarak kullanılan 1205 tarihli bu binada din ayrımı yapılmaksızın herkese, ama herkese yönelik Hippokrat’ın da dediği gibi bir Tanrı işi olan sağıltma, şifa verme işlevi sürmüş gitmiştir. Bunun yanı sıra, bu inşa faaliyetinin ürünleri olan atalarımız diğer can taşıyan varlıkları da unutmamış, kuşların göç yolları üzerinde olan Kayseri Sultansazlığı, Kırşehir Seyfe Gölü ve daha nice yerlerde hasta kuşlar başta olmak üzere tüm canlılara sağlık verecek vakıflar da kurmuşlardır. Bu vakıfların vakfiyeleri de bugün Ankara’daki Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde medeniyetimizin gönenç belgeleri olarak durmaktadır. Binalar, sonuçta maddi yapılardır; uygarlığımızı hakkıyla anlayabilmek için asıl onların arka planındaki o ruhu görmek gerek. O ruh işte bu inşanın içinde gizlidir. İşte bu ruh, insanı anlama ve yaşatma yaklaşımının en somut, hadi bu kez de eski dilde söyleyelim müşahhas halleri değiller de nelerdir?

Evet! Batı medeniyetinin tarihen ciddi bir gelişim gösterdiğini hangi akl-ı selim görmezden gelebilir ki; sonuçta yapılan her şey insanlığın ortak değeri, kazancı değil midir? Sözü edilecek olan belki de dünyadaki iş bölümü olsa gerek. Düşünüyorum da, doğa şartlarının zorlu, çetin ve acımasız olduğu diyarlarda, insanlık, tüm bu olumsuz şartlara karşın ciddi müesseseler kurmuş, yaşatmış ve hala daha yaşatmaktadır. Demiryolları, üniversiteler ve daha bilmem neler. Ancak, bu inşa faaliyeti hep maddî dünya inşaatı olarak kalmış, felsefi alt yapı ne yazık ki insanı inşa etme ve anlama yolunda gelişmemiştir. Batı, o yüzden bir maddi inşa faaliyeti olarak da görülebilir. Oysa bozkır ve onun ortaya koyduğu evrensel duruş ruhî bir inşa faaliyetidir. Adaleti, üleşmeyi, dayanışmayı, sevmeyi ama Allah için koşulsuz sevmeyi ve saygı göstermeyi düstur  haline getirmiştir. Bozkır, İslam dininin yaşam için vaz ettiği ilahi emirleri, insan boyutunda işleyerek teoriyi pratiğe dönüştürmüş ve bunu gerçekten hakkıyla sürdürebilmiş bir medeniyettir. Kırşehir ve Kayseri’de benim gördüğüm işte bu inşanın bakiyesidir.

Ruhu yoğurmak, maddi çevreyi hakkıyla işleyebilmenin bir ön şartıdır. Bu yapılmazsa, sadece mevzi gelişmeler yaşanabilir; ama sonunda paydaşlık bilinci tesis edilmediğinden evrensel bir kaos ortamını doğurabilir. Fizik ve daha birçok alanda şahit olunan göreceli teknik ve ekonomik gelişmelere karşın, dünyadaki aç ve sahipsiz insan sayısı durmaksızın artmakta; bu gariplerin acılarına derman olunamamakta. Tüm bu gelişmeler bize, insanî bir geri plandan, insan ruhunu anlama gayretinden yoksun olunuşun, ilerlemeyi sağlayamadığını göstermektedir. Ortalıkta küskün, kaçkın, çılgın insanlar ürüyor. Bu insanlar, kendilerine önem verilmesini, adil davranılmasını, şefkat gösterilmesini bekliyorlar. Oysa, geliştirilen tekniklerle elde edilen sermayeler, adilce ve insaflıca dağıtılamadığından ve hırs ile sevgisizlikten kaynaklanan bir bencillik ile yoğrulduğundan kargaşaya doğru gidiliyor. Oysa insan ruhuna yapılan yatırım, uygarlığımızın tecrübesiyle sabittir ki her defasında katıyla geri dönüyor. Dahası şimdilerde bir furya halinde çıkış yolu olarak görülmeye başlanılan  NLP, Ennegram ve diğer kişilik gelişimi konuları Batı’daki ruhî inşa faaliyeti eksikliğinin had safhalara eriştiğini bize göstermektedir; gereksinimin farkındadırlar. Fakat Batı’da organize edilen aktiviteler insan ruhunu anlamak, geliştirmek ve insanî bir duruş sergilemek şöyle kalsın bencilliği içten içe daha da körüklüyorlar; ama henüz bunun farkında da değiller! İşte benim Kayseri ve Kırşehir’de gördüğüm, bozkır medeniyetinin bu duruşu haysiyetle sergilemiş olduğudur. Bakiyeler oradadır; sizleri bekliyorlar.

Eğer medeniyetimizde bir rönesansa kalkışılacaksa, kendimiz hakkında yeniden okumalara girişilecekse bu işin kaynağı bozkır ve onun dile getirdiği teoriler ve uygulamalar olmalıdır. Bakın ünlü felsefecilerimizden Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye adlı eserinde ne diyor: “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır.”

Bozkır, bu rönesansa kaynaklık edecek teori ve uygulamalara sahiptir. Bu bağrı yanık, yarık, çorak ve sahipsiz gibi görünen topraklar ve bu toprakları değerli kılan, onu savunulacak kıymette tutan ruh dünyamız, sanki baharda yeşeren, ancak yazın sararan ekinler gibi insanlığa ışık tutacak fikirleri yeşertmeye ve işlemeye son derece müsaittir. Bozkırda yazları her taraf sararmış ve çoraktır; ancak siz tohumu zamanında bu toprağa atmaya görün bozkır sizi şaşırtır; çünkü toprak münbittir, bereketi ise gizli. Falih Rıfkı’nın Zeytin Dağı adlı eserinde de dediği gibi: Bozkırda su derinde ancak soğuktur. Bu soğuk ve lezzetli sudan içmek isteyenler, bozkır sizleri bekliyor.

Bozkır, bana bunları ilham ve tefekkür ettirdi işte! Az önce de dediğim gibi bozkır beni kendine çeker; ruhumu gök ile yer arasında engelsiz özgür bırakır. Ortada hiçbir görünen engel yoktur; belki çok ilerilerde görülen birkaç sorgun ya da  bir kaç beyaz badanalı kubbesi ile ziyaret, makam o kadar. Bozkırı görünüz; ruhunuzun arınması için oralara gidiniz. Hayatın gerginliğinden, sıkıntısından ve daha ne kadar sorun varsa hepsinden kurtulmak istiyorsanız bozkırı tadınız, ruhunuzun sesini dinleyiniz. Sağlam iklimi, berrak göğü ve leziz suyu sizi kendinize getirecektir. Görme, duyma, hissetme ve düşünme yetilerinize sahip olabilmeyi size sağlayacaktır; hiç şüpheniz olmasın! Zira, insan bu evrende minicik, küçücük, kalbinde ise evren küçücük minicik aksine insan büyüktür. Bu anlayışı bana verdiği gibi size de bozkır verecektir. Haydi bozkıra, kutsal yolculuğa; kulağınızda Sick and Tired adlı parça ile Anastacia olduğu halde!

Murat ÇELİK